Ana içeriğe atla

S. 1- 13 MİLLETLER ÖNCESİ MEDENİYET, PEDAGOJİ VE TARİH

S. 1- 13   MİLLETLER ÖNCESİ MEDENİYET, PEDAGOJİ VE TARİH
Dünyanın yaratılışından ve içinde insanoğlunun var olmasından itibaren bir arada ve daha iyi yaşama yollarını ve şartlarını aramıştır. [1]
Bu açıdan baktığımızda dünya tarihinin birer bölümü olarak bilim tarihi, savaşlar tarihi, adalet tarihi, dinler tarihi gibi özelde incelemeler yapmak mümkündür. Bu özel konumlu tarihlerden biri de pedagoji tarihidir. Bütün bu tarihlerin tamamı ise medeniyet dediğimiz kültür, bilim ve teknoloji tarihi olarak özetlenebilir.
Bu kitap insanlık tarihinin bilinen çağlarından günümüze kadar medeniyet ve pedagoji hayatının hikâyesidir. Bu nedenle önce medeniyet ve pedagoji terimlerinden ne kast ettiğimizi açıklamaya çalışalım.

MEDENİYET
MEDENİYET NEDİR?
Ateşin, giysinin, ayakkabının; bakırın, demirin, tuncun keşfinde ve icadında, benzer yaşayışları olan insanların bir araya gelerek topluluk veya millet haline gelmesine kadar dünyanın muhtelif yerlerinde bulunan arkeolojik kazılarda elde edilen kalıntılarda ve mağara resimlerinde belirli bir kavmin veya milletin adı söz konusu değildir. Tarih öncesi bilinmeyen çağlarda gerek tecrübeler, gerek tesadüflere ve gerekse zihnin bir unsuru olarak elde edilen gelişmeler, her ne kadar meçhul bir kişi tarafından keşfedilmiş, icat edilmiş ise de neticede insanlığın ortak eseridir. Kısaca tarih öncesi çağlardaki bu buluş ve keşifler hiçbir millete veya ırka ait değildir. Başka bir söyleyişle medeniyetin temeli bilinmeyen tarih öncesi çağlarda adı bilinmeyen topluluklar tarafından atılmaya başlamıştır. Bu nedenle medeniyet anonimdir. Ve medeniyetin sahibi hem yoktur hem de herkestir.
Ancak her hangi bir toplumdur ki bu keşiflerden veya icatlardan birini yaparak kendine özgü bir yaşayış biçimi denilen kültürü oluşturmuştur. Oluşturulan bu kültür hem nesillere (derinliğine) hem de çağdaşı diğer toplumlar arasında (genişliğine) yayılmıştır.  Ancak, genişliğine ve derinliğine yaygınlaşan bu yaşayış biçimine hem tarih öncesindeki toplumlar hem de tarih sonrasında isim almış milletler, hem çağdaşı milletler hem de sonraki nesiller bir takım eklemeler, çıkarmalar, düzeltmeler yaparak yine derinliğine ve genişliğine doğru gelişmeler olmuştur.  Buna göre insanlık âleminde önce çevresel kültür unsurları sonra medeniyet oluşmaya başlamıştır. Medeniyet unsurları başlangıcından günümüze kadar geldiği halde kültür unsurlarının önemli bir kısmı toplumların tarih sahnesinden çekilmesiyle kayıp olmuştur veya değişerek sonraki milletlere nakil olmuştur.
Kültür unsurlarının özellikle başlangıçta giyinmek, barınmak, beslenmeye yönelik oluşumlarla başlayan medeniyet, giderek hayatı kolaylaştırıcı buluş ve keşiflerle beslenmiştir. Örneğin, ihtimal ki, daha uzak bir yerde bulunan suyu kaplarla taşımaya başlamış olan bir toplum, komşusunda gördüğü arklarla sonra künglerle, daha sonra topraktan yaptıkları borularla, daha sonra maden ve nihayet günümüzde ise plâstik borularla taşımayı görüp bunu benimsemiş ve kendi de kullanmaya başlamıştır. Bu gelişme bir taraftan da sonraki nesillere intikal etmiş. Her nesil de buna yenilerini eklemiştir. Bu gelişmeleri ancak arkeolojik kazılar sonucu elde edilen kalıntılarda açıkça görüyoruz.
İhtimal ki başlangıçta aileler ayrı mağara veya yerlerde yaşamışlardır. Ancak hayatlarını kolaylaştırmak için bir araya gelmeye başladıktan sonra aralarında sosyal münasebetler tesis ederek gelenekler ve kültür oluşturmuşlardır. Yardımlaşma, misafirlik, karşılıklı sevgi, anlayış, paylaşma gibi… Bir grupta bir kişinin bulduğu, keşfettiği veya icat ettiği bir şeyi  paylaşarak ilk bilimsel çalışmalar da dönemde başlamış olmalıdır. Örneğin taşı cilalamak, ok yapmak, ayakkabı icat etmek gibi…. Elbette bu oluşumların gerçekleşmesi olukça uzun bir zaman diliminde gerçekleşmiştir.
Her milletin özgün yaşayış biçimi olmasından dolayı kültür, çok çeşitlidir. Hem geçmişten alınan kültür hem çağdaş toplumların etkilenmesiyle oluşan kültür, bilim ve teknolojiyle de birleşerek medeniyet denilen bütün insanlığın ortak değerini oluşturmuştur.  Kısaca medeniyet, kültürlerin kesiştiği yani ortak noktasıdır ve bütün insanlığın ortak paylaşımıdır. 
Bu açıdan bakıldığında “medeniyet” sözünün çoğulu yoktur. Medeniyet insan zekâsının ilk yaratılıştan itibaren ortaklaşa oluşturduğu ve paylaştığı düşünme ve yaşama biçimidir. İnsanlığın ortak yaşam merkezi olması nedeniyle genel anlamda kültürel farklılıklar görülse bile medeniyet bakımından ortak noktaları daha fazladır.
Medeniyet, daha ilk insanın yaşayışına bir biçim vermesiyle başlamıştır.
Tarih çağlarını yazının icadı ile başlatsak bile insanlığın medeniyet tarihini ilk çizginin kayalara, mağaralara çizildiği tarihten başlatmak gerekir. Pedagojinin tarihini ise daha önceki zamanlardan başlatmak anlamsız olmaz. Zira o zamanlarda da ana-baba; çocuklarını kendi yaşadıkları gibi yetiştirmişlerdir. Bu onların hayatiyetlerinin devamı için zorunludur. Örneğin, ava gitmeyi, avlanmayı, kayalara yazı yazmayı ve bu yazıları okumayı (anlamlandırmayı), zamanla ateş yakmayı, hayvanları evcilleştirmeyi vb. öğreterek geleneksel eğitimi başlatmışlardır.[2] 

Medeniyete girişin anahtarı

ALFABE – ABECE- ELİFBE

İnsanoğlu medeniyet çağına, yazının yani alfabe dediğimiz, dildeki sesleri karşılayan sembolleri icat etmesiyle girmiştir.
Tarihen şu husus açıktır ki, taş devri dediğimiz zamandan önce de bir karanlık ya da şimdilik izah edilemeyen bir karanlık ya da bilinemeyen bir dönem vardır. İnsanlık taş devri dediğimiz zamana tepeden inme girmemiştir. Mutlaka ki bu bilinmeyen zamandan da getirilen bir takım medeniyet unsurları ortaya koymuş yahut icat etmiştir. Bizim –şimdilik- bunların neler olduğunu bilmememiz onun olmadığı anlamına gelmez.
Bu kitabı yazarken şunu fark ettim ki, medeniyet, insanoğlunun çizdiği ilk çizgi ile başlamıştır. Bu çizgiye ne ad verilirse verilsin, bu çizgi bir cümle, bir isim veya bildiğimiz alfabenin (abecenin) ilk harfi olmuş olabilir. Önemli olan bu çizginin ne maksatla çizilmiş olduğu hâliyle taşıdığı toplumsal ortak manadır. O çizgiye ortak olarak ne mana verilmişse o çizgiyi gören o manayı okur/söyler. Zira o çizgiyi çizen de ortak manayı anlatmış olur. Yani cümle, isim ve harf bu çizgide bütünlük kazandırılmış olabilir. İşte mana taşıyan bu ilk çizginin ne zaman ve kim tarafından çizildiği henüz bilinmemektedir. [3]
Çizilen bu ilk çizgi belki bir paragraflık yazının anlatmak isteğini anlatıyordu. Zaman geçtikçe yani insanlık yaşlanmaya başladıkça bu çizgi anlatımda yeterli olmamaya başladı ve ikinci çizgiyi çizmiş olmalılar. Üç ve dört çizgi… Çizgiler çoğaldıkça anlatım da zorlaşmış olmalı ki bu defa bu çizgileri çeşitli şekillerde birleştirmek, eğip bükmekle yeni bir anlatım şekli keşfetmiş olmalılar. Bu birleşik ve bükümlü çizgileri gördükleri nesneyi anlatacak şekilde resimleştirmeye başladılar. Sayısız örnekleri olan kaya ve mağara resimleri, resim olmanın ötesinde bir yazıdır yani yazılı anlatımdır, bir cümledir veya paragraftır.[4]  
Başlangıçta bir çizgi bir cümleyi anlatırken, resim/yazı yerine göre hem bir cümleyi hem de resmi görülen nesnenin veya hayvanın adını anlatma yerine yani ad yani kelime karşılığı kullanmaya başlamıştır. Bu durum yahut resim/yazı, psikolojik ifadesiyle gördüğü şeyin zihninde canlandırdığı biçimde dış âlemde –bir kaya, taş, kâğıt vb üzerine- sembollere/resimlere/şekillere dönüştürülerek yansıtılmasıdır. Bir nesne karşılığı olan bu resim veya hiyeroglif, gerçekte ağızdan çıkan bir ses kümesinin yani o nesnenin adını oluşturan seslerin birleşik seslerle ifadesinden başka bir şey değildir. Hiyeroglif yazı, böyle bir yazıdır.
Hem cümle hem bir ad karşılığı olan bu semboller; sonra yerini ad karşılığı olan resimlere, daha sonra bazı nesneleri yine resimle ifade etmeye devam ederken bazı adların farklı seslerden meydana geldiğini fark ettikten sonra sesleri karşılayan harf sembollerine geçilmiştir. Sümerlerde çivi yazısı daha sonra Orhun/Göktürk alfabesi böyle bir yazıdır. Yani bu yazı, hiyeroglif ve ses karşılığı harf olan bir yazıdır.
Dikkat edilirse insanlar tecrübeler kazandıkça, kendini ve kendi sesini tanıdıkça bu ses bütünlüğünü yani bir ismi meydana getiren ses parçalarına ayırmaya ve her parçasına bir ad vermeye başlamıştır. Resimlerden ve şekillerden bağımsız olarak, ağızdan çıkan her heceyi oluşturan seslerin her birini karşılayacak bir sembol veya işaretle gösterme sonucu alfabe denilen dildeki bütün seslerin ayrı ayrı gösterildiği bir tablo ortaya çıkmıştır.
Sesleri, bir konuşmada var olan ses grubundan ayırmak ve ayrılan her sese karşılık bir sembol bulmak çok önemli olduğu kadar çok zordur. Çünkü her ne kadar yazarken bir kelimeyi meydana getiren harfleri ardışık olarak yazsak bile konuşurken bu harflere karşılık olan sesler âdeta bitişik bir klişe gibi söylenir. Örneğin “kitap al” veya “mavi kitap” söylenirken yalnız harflere karşılık sesleri ve kelimeleri ayrı ayrı değil, “kitapal”, “mavikitap” şeklinde klişe hâlinde söylenir. Bu klişe söyleyişini; önce kelimelerine sonra her kelimeyi hecelerine ve daha sonra her heceyi oluşturan seslere ayırabilmek ve her bir sesi de bir harfle gösterebilmek yüksek bir zekânın ürünüdür. Zira konuşma dilinde sentez yani bitişik ve bir bütün hâlinde sesleri analiz etmek, bunu algılamak ve tasavvur etmek ve her sesi bir şekle/harfe  irca etmek/bağlamak zihinsel olarak da kolay değildir.
Konuşma; terbiye edilmiş seslerin ardışık olarak bir bütün hâlinde ses organlarının standart kullanımıyla standart dil sesleri ile yapılır.[5] Bu seslerin bir kelimeyi, kelimelerin bir cümleyi konuşma diline yansıtmasında dilin müzikalitesi, vurgusu, tonlaması ve ulamalar gibi konuşma üzerinde müessir olan ses üstü hususlar da bu cümleden anlaşılmalıdır. Konuşmadaki sözü edilen ses üstü unsurlar yazıya yansımamakla birlikte yazının okunmasına yansır. Bu nedenle yazılar, konusuna uygun olarak konuşma edası ile okunmalıdır. Böylece konuşma ile yazma arasında dilin güzel kullanımı bakımından bir ahenk ve birlik sağlanmış olur.
Böylece soyut ve havada uçuşan sesler, somut olarak harfler topluluğu olan alfabedeki seslerle somutlaşır. [6]
Kısaca tarih çağlarına yazının icadı ile girilmiş ise, medeniyet tarihine de ilk çizginin çizilmesiyle girilmiştir.

PEDAGOJİ (Çocuk Eğitim Bilimi)  –TERBİYE BİLİMİ
                                                             “Ağaç yaş iken eğilir.”
Terbiye, pedagoji ve eğitim sözleri doğrudan doğruya 0-12 yaşlarındaki yani ergenlik öncesine kadar olan yaş grubunu ilgilendirir. Çünkü bu süre içinde çocuk-öğrenci; ahlâkî, vicdanî, millî ve sosyal duygular ile pek çok beceri ve alışkanlıkları önemli ölçüde öğrenmiş, kazanmış veya edinmiş olur. [7] Ayrıca dil yanında zihinsel ve bedensel gelişimi de önemli ölçüde tamamlanmış olur.
Söz konusu okul hayatı olduğundan bu yaş grubu 5. - 6. sınıfa tekabül eder. Bu sınıflardan itibaren çocuğun ilgi alanları belirmeye başlar. Bu sınıflardan sonra ilgi alanları da dikkate alınarak öğrencilerin sosyal hayata intibakını sağlamak, vatandaş olma şuurunu kazandırmak, temel bilimlerle ilgili kavramları ve terimleri öğretmek, bu yaştan önce getirdiği değerlerdeki eksikleri -varsa onları- tamamlamak, düzeltmek, varsa olmayanları da öğretmeye çalışmaktır.
Meseleye bütünüyle bakıldığında eğitimin her kademede yetişen-yetişecek olan neslin; dilini doğru ve güzel kullanma, ahlakî değerlere sahip, vicdanlı, millî ve sosyal duyguları gelişmiş, zihinsel yetenekleri kullanabilen, kanaatleri ile davranışları arasında denge kurmuş, bilimsel düşünce ve düşünme düzeyine ulaşmış, sorup sorgulayan, bedenen ve ruhen gelişmiş, yeni bilgi ve becerilerle donatılmış bir insan olmasını sağlamaktır.
Eğer amacı böyle yazarsak, onları gerek aile ortamında yetiştiren anne-babanın ve gerekse öğretmenlerin psikoloji, sosyoloji, ekonomi, tarih, coğrafya, matematik gibi bilim dallarında yetişmiş olması da gerekir.[8]
Eğitim çocukların istenen yönde yetişmesi için onların üzerinde yapılan bir işlemdir. Bu işlem iki önemli kaynaktan yapılır: Aile-çevre ve okul.
Aile ve çevre tarafından çocuk üzerinde yapılan işleme geleneksel eğitim, diğeri de okulda yapılan eğitim-öğretimdir.
Bu açıklamadan bu iki kurum arasındaki eğitim bıçakla kesilmiş gibi ikiye bölündüğü anlaşılmamalıdır. Aile ortamında asıl olan eğitim yanında öğretim, okulda ise asıl olarak yapılan öğretim yanında eğitim etkinlikleri devamlılık gösterir. Ancak ailede öğretim daha az, eğitim daha fazla; okulda ise öğretim daha fazla, eğitim daha azdır.[9]
Bu kitapta asıl amaç, arkaik çağlardan itibaren geleneksel ve  okul eğitiminin günümüze kadar olan tarihini incelemektir.
Ancak okul eğitimi ile geleneksel eğitimi ayırma bakımından aşağıda geleneksel eğitime kısaca temas edilmiştir. Çünkü geleneksel eğitim günümüzde de devam ettiği gibi, ilk insanlarda da geleneksel eğitime göre çocukların yetiştirildiği muhakkaktır.
Bir anlamda geleneksel eğitim sözlü, okul eğitimi ise yazılıdır.
Yazının icadından önce gelmiş gerek peygamberlerin tebliğleri ve gerekse en ilkel insandan bu güne kadar geleneksel eğitim, uygulamada varlığını korumaya devam etmekte ve devam edecektir.
Bu kitapta genel olarak pedagoji açısından okul eğitiminden söz edileceği için sadece geleneksel ve menfi eğitim üstünde kısaca durulmuştur.
Geleneksel Eğitim
İnsanoğlu, yavrularının eğitimini ta baştan itibaren okullaşmanın başladığı zamana kadar geleneksel usullerle yapmıştır. Çocuklar, büyüklerden ne gördülerse onu taklit etmiş ve öyle davranma ve düşünme emareleri göstermiştir. Kısaca kızlar anneleri gibi, erkekler de babaları gibi davranmışlardır. Onlardan ne görmüşlerse onu öğrenmişler, öğrendikleri gibi de yapmışlardır.
Arkın”a (159) göre; “Gelenek, bir millete, toplumsal bir sınıfa mensup olanların daima riayet ettikleri eskiden kalmış inanış, anlayış ve düşünüşlerinin topu. Eğitimin görevi, çocuğu mensup olduğu cemiyetin gelenekleriyle ünsiyet ettirmek, diğer toplumların geleneklerine de ısındırmaktır. Çocuğun kendi milletine ait gelenekleri benimseyerek devam ettirebilmesi, onların mana ve değerlerini kavramasına sağlıdır. Bu iş, ilk zamanlarda çocuğu geleneklere alıştırmak, sonra yaşı ilerleyince bunların manalarını öğrenciye anlatmakla mümkün olabilir.”
Geleneksel eğitim, bir toplumun babalarından, önceki babalarından ve daha da geriye giderek atalarından sosyal verasetle, onların çocuklarını eğittikleri ve öğrettikleri gibi yaptıkları eğitim-öğretimdir. Kısaca ailenin önceki nesilden ne ve nasıl öğrendi ise çocuklarını da aynı usul ve esaslara göre yetiştirmesi geleneğidir.
Geleneksel eğitimin bir programı, zamanı ve süresi yoktur. Yalnız bir amacı vardır, o da çocuğun ana-babanın istediği gibi yetişmesidir. Geleneksel eğitim aile için âdeta bir fırsat eğitimidir. Yeri ve zamanı geldiğinde çocuğun davranış veya düşüncesine müdahale edilir. Beğenilir veya beğenilmez. Çocuktan, beğenilen davranış ve düşünceler tasdik ve tasvip edilerek devam ettirilmesini, beğenilmeyenlerin ise terk edilmesi istenir.
Beğenilen veya beğenilmeyen yahut istenen veya istenmeyen davranışların edinilmesi için geleneksel eğitimde; taklit, tembih, uyarı, nasihat, açıklama, anlatma, öfke belirtileri/kızgınlık, tokat, örnek olma, gösterme ve uygulatma, zorlama başlıca yöntemlerdir. Çocuklar; din anlayışını, temel ahlak uygulamalarını, sosyal davranışları, görgü kurallarını, dilini, millî duyguları, sevgiyi veya nefreti, iyiyi veya kötüyü, sevmeyi ve sevilmeyi, hayvan ve çevre ile olan ilgisini, temizlik gibi duygu ve alışkanlıkların önemli bir kısmını ailesinden ve yakın çevresinden edinir. Kısaca geleneksel eğitim, ev ve yakın çevre ortamında yapılan fırsat eğitimidir. 
Çocukların yetişkinlikleri zamanındaki davranışları; dinî ve millî bayramlar, cenazelere ve düğünlere katılma ile ailenin veya toplumun sevinçlerini, kederlerini, tasalarını veya üzüntülerini paylaşma ile şekillenir. Misafir karşılama, ağırlama ve uğurlama, toplum içinde görgü kurallarına uyma gibi alışkanlıkların temeli de çocukluk döneminde atılır. Kitaplar ise, ancak bu davranışları söz veya yazı ile açıklanabilir hâle getirir.
Her gün olmasa da babalar çocuklarını özellikle Cuma ve teravih namazlarına görür. Dinen önemli sayılan kandil günlerinde komşulara simit veya çörek ikramı yapılır. Camilerde mevlit okunur, babalar ve analar çocuklarını bu vesile ile mevlit törenlerine götürür. Ölünün arkasından mevlit okunur ve hatim indirilir, Yasin ve Fatiha okunur. Çocuklar çoğu zaman bu törenlere/ritüellere katılır ve burada da önemli duygusal ve geleneksel alışkanlıklar kazanırlar.
Sokaklar ve çocuk oyunları da eğitime katkı veren çevrelerdir. Bu oyunlarda çocuklar; kurallara uyma, birbirine karşı nazik davranma, oyundan atılma, oyuna kabul edilme, yenilgiyi hoş karşılama, galibiyete gururlanmama gibi değer alışkanlıkları kazanır. Aile ve mahalle büyükleri de küçüklerin hatalarını görür ve onları uyarır, tembihte bulunurdu. Bu değerli eğitim araçları da günümüzde kaybolmuştur.
Birçok şehirde özellikle köylerde düğün ve bayram münasebetleriyle veya hafta sonlarında güreş meydanları kurulur, davul-zurna eşliğinde insanlar toplanır. Önce amatörce çocuklar meydanda güreştirilir, sonra delikanlılar ve gençler güreş tutarlar. En sonunda profesyonel güreşçiler er meydanına çığırtkanın temana ve övgüleriyle meydana çıkarlar ve güreşirlerdi. Bu kitabın yazarı olarak pek tasvip etmesem de deve güreşleri, horoz dövüşleri halkın eğlenceleri arasında hâlen bazı yerlerde devam etmektedir. 
Geleneksel eğitimde, büyükler masallar, şiirler, türküler, destanlar, dinî ve ahlâkî kıssalar,  milli ve mahallî kahramanlık hikâyeleri, çocukların zihinsel hayatını besleyen unsurlardır. Çocuklar ise böylece dinleme alışkanlığı kazanır, kelime hazinesi zenginleşir, gerekirse soru sorar. Bunlar bilgi veren kaynaklar olmaktan ziyade çocuklara bir bakış açısı, kahramanını yaratma, dürüstlüğe, yiğitliğe, alçak gönüllülüğe özendirme, hayal gücünü genişletme gibi anlayış kazandırır. Bu unsurların her biri pedagojik değeri olan eserlerdir.
 Televizyon, radyo, akıllı telefonlar icat edilmeden önce köylerde ve şehirlerde yazın akşamlarında, kışın uzun gecelerinde çocuklara bu gibi yazılı olmayan edebiyat türleri büyükler tarafından küçüklere anlatılırdı. Çocuklar; Binbir Gece Masalları; Köroğlu, Hz. Ali”nin cenk hikâyeleri, Dede Korkut, Eshabil Kehf, Zümrüt-ü Anka, Kaf Dağı, Zaloğlu Rüstem, Şahmeran ve benzeri bir varmış bir yokmuş diye başlayan hikâye ve masallarla; Hacı Bektaş Veli”den kıssalarla, Yunus Emre”den şiirler ve ilâhilerle büyürdü. Yakın akraba çocukları, kardeşler ve mahalleli çocuklar toplanırlar elim sende, kör ebe, köşe kapmaca, uzuneşek, kızlar da bazı oyunlara katıldığı gibi ip atlar, evcilik oynardı. Tekerlemeler, bilmece ve bulmacalar da çocukların zihinsel gelişiminde oldukça önemliydi.   Okullarda ise Daha Dün Annemizin, Ali Babanın çiftliği, haftanın günleri, Küçük Asker, Ninni, Neşeli Ol, Şimdi Okullu Olduk, Şimdi Okullu Olduk,  23 Nisan şiir ve şarkıları, Ankara Güzel Ankara; orta okullarda ise Onuncu Yıl Marşı, Çırpınırdı Karadeniz, Onuncu Yıl Marşı, Dağbaşını Duman Almış, Estergon, Sivastopal, Osman Paşa, Ceddin Deden, Yine Şahlanıyor gibi marşlar; gençlerin aşık olmaya başladığı yaşlarda ise O Ağacın Altı, Mavi Nurdan Bir Irmak, Berduş, Bayram Gelmiş Neyime, Dönülmez Akşamın Ufkundayız, kimseye Etmem Şikayet, Son Mektubum, Biraz Kül Biraz Duman, Ben Küskünüm Feleğe gibi şarkılar; Arzu ile Kamber, Yusuf ile Züleyha, Araba Sevdası, Dağları Bekleyen Kız, Dikmen Yıldızı, Ateşten Gömlek, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Şair Evlenmesi, Vatan Yahut Silistre, Mesnevî gibi Türk yazarların romanları; üniversite yıllarında Montesgiu, Ruso, Emile Zola, Hemingvey  …., gibi Fransız, İngiliz, Alman, Rus vb. filozof ve romancılarının eserleri yanında Yunan klasikleri  ve bilhassa Eflatun ve Aristo”nun eserleri okunmuştur. Felsefe ve mantık temel dersler arasındaydı. Yeni çıkan kitaplar, izlenen filmler ve tiyatrolar üzerinde tartışmalar yapılırdı. Bu tartışmalara katılmayanlar yani okumamış ve izlememiş olanlar adeta grup dışında kalırdı. Öğretmenlere ise mezuniyetlerinde Atatürk”ün Nutuk isimli söylevleri yanında Ülkücü Öğretmen ve Ak Zambaklar Ülkesi Finlandiya gibi eserler armağan edilirdi. Özellikle 1960 öncesi doğanlar böyle bir ortamda eğitim gördü. Sonra giderek basitleşmeye başladı.
Ne var ki son 30-40 yıl içinde bu uygulamalar neredeyse tamamen kaybolmuştur. Bu yönüyle çocuklar eksik değer ve duygularla yetişmektedir. Okul kitapları bu geleneksel eğitimin yerini tutamamaktadır. Her ne kadar güzel-renkli  basılmış kitaplar varsa da geleneksel eğitimdeki anlatımların yerini tutmamaktadır. Dinî törenlerde ilâhiler, tekerlemeler, bulmacalar, sokak oyunları, akşamları çocukların evlerde oynadıkları oyunlar hep geleneksel eğitim unsularından bazılarıdır.
Geleneksel eğitimin temel ilkesi, büyükler ne biliyorsa çocuklarına onu öğretirler. Bu nedenle büyüklerin ne bildiklerini anlamak için taş devrinden itibaren insanların ne bildiklerini anlamaya ve anlatmaya çalıştık.
Geleneksel eğitim, kısaca çocuğun okul dışındaki hayatın doğal akışı içinde eğitilmesidir. Başka bir ifade ile tamamen aileden ve yakın çevresinden, kısmen de okulunda edindiği eğitimdir.
Ya şimdi?
Menfi eğitim
Eğitim denince hep olumlu, yapıcı, geliştirici bir anlayıştan söz etmiş oluruz. Ancak kişisel ve toplumsal hayat her zaman istendiği gibi olumlu istikamette akmamaktadır. Çocukların evinde, mahallesinde, şehrinde, ülkede ve dünyada meydana gelen çarpık olaylar; aile içi kavgalar, savaş görüntüleri, televizyonlarda olumsuzluk yapan film ve programlar, okullara kadar giren uyuşturucu ve çocuk tecavüzleri, şiddet olayları öğrencilerin duyguları ile kişiliklerini parçalamaktadır.
Geleneksel eğitimin her zaman yukarıda izah edildiği gibi müspet/olumlu olmamaktadır. Özellikle dinî, ahlâkî ve sosyal –görgüye dayalı- davranışlar- kazanmada çoğu zaman ana-baba ve çevre doğru rol-model olamamaktadır.
Müspet eğitimin olduğu gibi menfi eğitimin de ilk kaynağı ailedir. Çocuğun taklit ve tekrar yeteneği ile anne, baba ve diğer büyüklerden ne görürse onu edinir, öğrenir ve uygular.
Aşağıda gerek aile gerekse okul ortamında menfi eğitim anlamında görüp yaşadığımız bazı örnekler gösterilmiştir. [10]
Çocuğun her isteği karşılanmamalıdır. İlk başta nizah etse bile anne tahammül etmeli. Çocuğa “var” ve “yok” kavramlarını edinmeleri sağlanmalıdır.
Her gün her ailede karşılaştığımız vakıalardan biri, annenin çocuğunu beslemek için yemek yedirme ritüelleridir. Yemek, çocuk ihtiyaç duyduğu yani acıktığı için değil anne istediği için yedirilmek istenir. Anne, çocuğun kilo alması için adeta çocukla savaşır.  Elinde tabak anne, çocuğun etrafında döner durur. Bu isteksizlik çocuğu itirazcı ve inatçı yapar.
Yemekten önce ve sonra elini yıkamayan anne-baba çocuğa hiç de iyi örnek olmaz. Tuvaletten çıktıktan sonra ellerini sabunlamayan bir anne baba da yalnız kötü bir örnek olmakla kalmaz onun sağlığına da zarar verir.
Okuldan gelen çocuğa, gelir gelmez “Haydi bakalım, ders başına.” demek,  onu dersinden ve ödevinden soğutmak demektir. Esasen küçük sınıflarda ödev vermemek gerekir. Öğrencide derse karşı ilgi uyandırmak, onu güdülemek ve çalışmayı ihtiyaç hâline getirmedikçe çocukları başarıya ulaştıramayız.
Gerek ev ve gerekse okul ortamında dayaktan veya tokattan kesinlikle kaçınmak gerekir. Zira çocuğa bir suçundan dolayı atılan bir tokatın şiddetinin ne olduğunu bilen çocuk, daha sonra o şiddette tokatlara razı olacak davranışları sırf büyükleri kızdırmak, inat etmek için tekrarlar. Dershane ortamında bir çocuğun af edilmez bir kabahati bile olsa arkadaşları önünde onu azarlamamalıdır. Bu kabahati yapan çocuğa hitap etmeden öğrencilerin tamamına bu kabahatin toplumdaki ve arkadaşları arasındaki ilişkileri nasıl zedeleyeceği anlatılmalıdır. Gerekirse onunla bütün öğrenciler çıktıktan veya ailesini ziyaret ederek özel görüşme yapmak yararlıdır.
Ana, baba ve öğretmen çocukları niçin döver? Dayağın veya tokatın çocuk üzerinde menfi etkisi olacağına, ümit ederim ki herkes müttefiktir. Belki, bir ihtimal olarak, ev ortamında kardeşlerden birinin yahut dershane ortamında öğrencilerden birinin dövülmesi yalnız dövülen çocuk üzerinde değil, diğerleri üzerinde de bu şiddet davranışı sindirme, susturma, büyüklerin isteğini yerine getirme veya onlar gibi davranmaya zorlama, her şeyden önce bütün çocukların kendilerine olan özgüvenlerini sarsar, onları sindirir, konuşmaz, soru soramaz, bir ihtiyacı dahi olsa kımıldamaz hâle getirir.
Yetişkinlerin dayak atma veya tokat atmasının temel sebebi çocukların kendileri gibi düşünmemesinden ve davranmamasından ileri gelmektedir. Büyükler, küçükleri çocuk olarak görememektedir. Onları bir yetişkin gibi algılamaktadır. Ayrıca “ceza” en etkili “yola getirme” yöntemidir. Onun sinmesi, pısırıklaşması, ataklığını kaybetmesi eli tokat olan yetişkinin aklına bile gelmemektedir.
Bilhassa ilk sınıf yaşlarında çocuklarda mülkiyet kavramı gelişmediği ve ev ortamında da her isteğine sahip olduğu için arkadaşının kalemini, kitabını veya defterini alıp kendi çantasına koyabilir. Bu durumda çocuğu bir “hırsız” gibi teşhir etmekten kaçınmalıdır. Herkesin kendine ait eşyaları olduğu, kendi eşyası ile başkalarının eşyasını karıştırmaması gerektiği yine bütün öğrencilere umumi bir konuşma ile açıklanmalıdır.
Çocukların arkadaşları ile oynamasına ortam hazırlamak gerek. Evde tek başına, kendi kendine oynayan bir çocuk, yalnız kalmaktan hoşlanmaya başlarsa arkadaş edinemez. Bu durumda yetişen çocuk ne kuralları bilir, ne de kuralların nasıl uygulanacağını. Bencilleşir. Arkadaşlarıyla zamanını, oyuncaklarını, kuralları, oyun ortamını paylaşmayı da öğrenemez.
Yalnız ahlâkın değil dinin ve geleneklerin ve çocuklara doğru, yararlı, güzel ve etkili davranış ve düşünceler kazandırmada temel ilke bunların kurallar hâlinde değil rol-model olan anne, baba, büyükler ve öğretmenlerin yaşayarak ve yaşatarak öğretilmesidir. Diğer unsurları da içine kadar bu ifadeyi kısaca ahlâk, öğretilmez yaşanır olarak formüle edebiliriz.
Acaba, çocuğa daha bebekliğinden itibaren örnek (rol-model) olması gereken anne-baba, diğer büyükler, eğitimciler, politikacılar, yöneticiler, artistler,  aktrisler ve diğerleri; yetişen gençlerimize her yönden örnek ve lider olabiliyorlar mı?  “Benim memurum işini bilir.”, “Ön teker nereye giderse arka teker de oraya gider.” sözleri ve hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet yoluyla zengin olanlar;  hukuksuzluklar, bir gün önce söylenen sözlerin ertesi gün aksinin söylenmesi gibi televizyonlarda işitilen ve gazetelerde okunan haberlerin, dizi filmlerindeki ayak oyunlarının, evli bir erkek evli bir kadın, iki erkek bir kız arasında yaşanan aile dramlarını anlatan dizilerin, güvensizlik ve şiddet olaylarının, kaçırılan çocukların, kavgaların vb. durumların ve olayların çocuklar ve gençler üzerinde hiç etkisi olmadığını mı zannediyoruz? Otobüse bindiğimizde bize yer vermeyen bir genci kınamaya bir hakkımız olduğunu mu düşünüyoruz? Çocuğuna, “Komşunun kümesinden iki yumurta al da gel.” diyen ananın, arayan bir arkadaşına “Babam evde yok de.” diyen babanın, dersine geç giren öğretmenin, yere tüküren büyüklerin çocukların eğitimine nasıl bir katkı sağlayacağı düşünülebilir? Urfalıların bütün yaptığım açıklamaları anlatan sosyal ve pedagojik değeri olan güzel bir sözü vardır: “Kız, anadan öğrenir sofra yazmayı; oğlan babadan öğrenir sıra gezmeyi.”  Bu söz herhâlde anlatılanların en güzel ve en öz ifadesidir.
İnsanların doğru düşünmesini, aklını kullanabilmesini engelleyen birkaç husus daha vardır. Öncelikle din konusunda kutsal kitap, anlamını bilinmeden yüzlerce yıl okunmuştur. Bu arada İslam ve özellikle ibadet konuları oldukça aşırı teferruata boğulmuş Ahmediye, Muhammediye ve ilmihâl kitapları başlıca kaynak olarak kullanılmıştır.  Son zamanlarda ise tarikatlar, şihlar, şeyhler ortaya çıkmış, herkes kendi anlayışına uygun olarak yorumlar yapmaya başlamıştır. Bu durum, toplumda farklı din anlayışı ve telakkilerine yol açmaktadır. Bunun tek çözüm yolu ise bir heyet oluşturup, çok ayrıntılı incelemelerden sonra bir tercüme ve mealinin yapılması, bundan gayrısına izin verilmemesi olmalıdır.
Çocukların ve gençlerin eğitimini olumsuz etkileyen bir husus da yaşanan olumsuz gelenekler ve hurafelerdir.
Başta kan davaları olmak üzere toplumun bir kesiminde de olsa yaşanan olumsuz gelenekler çocukların eğitimi ve anlayışı üzerine olumsuz etkiler yapmaktadır.
Ağaçlara bez bağlamak, mezarlardan ve ölülerden yardım dilenmek gibi gelenekler esasen hem dine aykırı hem de dileği olmadığı zaman inancı sarsan uygulamalardır.
Okul uygulamalarında da çeşitli olumsuz etkilerle karşılaşılmaktadır.
Zaman zaman öğrencilere hangi şarkıyı öğrendiklerini, hangi oyunları oynadıklarını, son olarak ne resmi yaptıklarını soruyorum. Genel olarak bu dersleri yapmadıklarını, bunun yerine Türkçe ve Matematik dersi yaptıklarını ifade ediyorlar. Kitap okumaya gelince, öğretmen bir roman veya hikâye ödevi veriyor, özet yapmasını istiyor, hop! İnternette hazır özetler var. Daha önce ninnilerle uyutulan çocuklar televizyon reklamlarıyla uyutulmaya başlandığı gibi, çocuğun parmaklarını kullanabilmesinden itibaren ellerine aldıkları akıllı telefonlar ise neredeyse okul hayatı boyunca başlıca meşguliyeti olmaya başladı.
Öte taraftan kötü yazılmış,  resimlendirilmiş hatta aşağıda örnekleri görüleceği gibi bilme ve akla aykırı yazılmış ders kitapları elbette çocuklarda menfi ve okula ve hatta kitaplara olan güvenini sarsacak nitelikler taşımaktadır.
Bir seminerde bana sormuşlardı: Eğitimde niçin başarılı olamıyoruz? Okul, öğrencilere gereken her türlü değer ve değer yargılarını öğretmiyor mu?
Onlara, esas eğitimin ailede başladığını ve okulda devam ettiğini, okulun elbette müspet değerler kazandırmak için çaba sarf ettiğini söyledikten sonra, “Okul dışındaki olumsuz etmenler, aile ve okul hayatında kazandırılmak istenen olumlu davranış ve düşünceleri olumsuz etkilemekte daha baskındır. Ayrıca öğretmenler ve ders kitapları da yeterli değildir.” dedim. Bazı örnekleri de yukarıda açıkladım.


A. PEDAGOJİNİN ANLAMI, UYGULAMALARI VE TARİHÎ GELİŞİMİ
Pedagoji teriminin kaynağı
TDK sözlüğünde ve bazı tanımlarda pedagoji terimi,  ilm-i terbiye ve eğtimbilim olarak tanımlanmaktadır.
R. Arkın 1952)”a göre eğitimbilim (pedagoji) dar anlamda eğitim ve öğretim bilimi, geniş anlama eğitim ve öğretimle ilgili bütün olayların ve cereyanların eğitim vasıtalarının ve teşkilatının araçlı veya araçsız eğitsel ölçülerin bilimi demektir.” Yazar, bu tanımı yeterli bulmayarak, “… çünkü eğitsel (didaktiğe, metot meselelerine ait) kaide ve hükümler her şeyden önce pedagojinin pratik cephesine taalluk eder. Onun için eğitim bilimi, şu şekilde tarif etmek de mümkündür: Eğitim sistemlerini inceleyen ve çocukların bedensel zihnî ve ahlakî terbiyeleri için fizyoloji, psikoloji ve toplumbilim –sosyoloji- gibi bilimlerin görüşlerinden faydalanarak yollar araştıran ve metotlar bulmaya çalışan bilim.”
Pedagoji teriminin manasını açıklayabilmek ve anlatabilmek için başlangıç tarihine kısaca göz atmakta fayda vardır.
Paidagogeo (pedagoji) Yunanca bir terim olup paida=çocuk, gogeo=bilim demektir.  Buna göre pedagoji, sözlük anlamında çevrilirse çocuk bilimi demektir. Nitekim bu terim TDK Sözlüğünde eğitimbilim ve ilm-i terbiye anlamında kullanılmıştır. Pedagoji, sözlük anlamında tercüme edilecek olunursa “çocuk bilimi”  anlamına gelir ki, bu tanımlama pedagoji terimini anlam bakımından eksik bırakmaktadır. Bu terimin içeriği incelendiğinde adlandırmanın “çocuk eğitimi bilimi” daha uygun olacağını düşünüyorum. 
Yunan”da uygulamalara bakıldığında pedagog denen kimselerin daha ziyade okul öncesinde çocukların eğitimlerinin üstlendiği görülür. Bu terim Türkçeye eğitim terimi karşılığında kullanımı yaygınlaşmıştır.  Eğer bu terimi yaşına bakmaksızın eğitim terimi karşılığında kullanacak olursa, bu defa çocuk kime denir, bunun tanımının yapılması gerekir. Eğitim açısından bakıldığında çocuk, 0-12 yaşlarındaki kimselere denir. Bu nedenle pedagoji bu yaş içindeki çocukların eğitimi yani doğumdan ilk 5 sınıf öğrencilerine kadar bütün çocukları kapsar. Meseleye bu yönden bakmak daha isabetli olur. Bu kitap çerçevesinde eğitime bu yaş grubu içinde bakılacaktır.
Yunanlıların pedagoglarına karşılık olarak Türklerde çocukların eğitimi ile ilgilenenlere, durumuna göre sütanne, sütnine, ebe, dadı, lala, kalfa gibi adlandıran kimseler vardı.
Pedagoji tarihi incelendiğinde, gelmiş geçmiş bütün milletlerin çocuklarını kendi geleneklerine uyma, iyi vatandaş olma, topluma katkıda bulunma gibi amaçlarla yetiştirmek istediği görülür.

TARİH ÖNCESİ ÇAĞLARDAN GÜNÜMÜZE EĞİTİM
MEDENİYET VE PEDAGOJİ
Pedagoji tarihi, esas itibarı ile medeniyet tarihidir. Zira medeniyete ilişkin bütün yaşama standartlarını icat eden, keşfeden ve geliştiren insanlar daha en başında doğayı, olayları, kendini ve diğer insanları doğru okuyan insanlardır. Hatta tesadüfleri bile değerlendirebilmek ve bundan sonuç çıkarmak, elde etiği sonuçları geliştirmek de insana mahsus yetenektir.
Allah, kâinatı her ne yolla yarattı ise Dünya”yı bir taş, toprak ve kaya yığını hâlinde ve bunların arasında saklanmış çok çeşitli maden cevherlerini de yarattığı muhakkaktır. Bu taş ve kaya yığınını güzelleştirmek, düzgünleştirmek ve yaşanabilir hâle getirmek için de güneş, hava ve su gibi en elzem unsurları yarattıktan sonra bitkileri, hayvanları ve en sonunda da insanı yaratmış olmalıdır. 
Bitkiler ve hayvanlar içinde yaşadıkları doğal şartlara az-çok uydurarak değiştirseler de özünde varlıklarını çevre ortamlarını değiştirmeden, düzenlemeden aynen devam ettirmektedir. Ya insan! İnsan öyle değil. İçinde yaratıldığı doğal ortama razı olmamış ve onu değiştirmek, geliştirmek ve güzelleştirmek için daha ta başından beri meşgul olmuş ve hâla da bu meşguliyetini devam ettirmektedir.[13]
Hangi kurama inanırsanız inanın insan; toprak, hava, su, bitki ve hayvanların var olduğu bir dünyada var olmuş veya yaratılmıştır. Zira hayvanların beslenmesi için önce bitkilerin, insanların beslenmesi için de hem bitkilerin hem de hayvanların var olması gerekir. Bir kısım hayvanların var oluşlarını devam ettirebilmeleri için de beslenmesi için hem bitkileri hem de farklı türlerdekileri yemeye ihtiyaçları olmuştur.
İnsan, vücut görünüşü bakımından farklı olsa da hayatiyetini devam ettiren iç organlar bakımından insandan çok farklı değildir. İç dünyası bakımından ise insanı üstün kılan iki mühim özelliğinden biri eğitilebilir içgüdülerinin ve kullanabildiği zekâsının-aklının olmasıdır.[14]
A. TARİH ÖNCESİNDE YAŞAYAN İNSANLARIN MEDENİYETE KATKILARI
Tarih öncesi çağ, arkeolojik kaynaklara göre M.Ö. 50-60 bin yıllarından başlayıp yazının icadı olan 4000 yılına kadar devam bir zaman dilimidir. İnsanlık tarihinin yaşadığı en ilkel ve fakat en uzun dönemidir. Bu dönemde ateş, tekerlek, kesici ve delici aletler olmak üzere birçok alet yapılmıştır.
Medeniyet tarih öncesinde kurulmaya, bilhassa Sümerlerin yazıyı icadıyla gelişmeye ve genişlemeye başlamış ve bu gelişme ve genişleme günümüze kadar devam etmiş, ileriki zamanlarda da devam edecektir.
Acaba, bugünün insanlarının uzaya çıkabilme seviyesine ulaştığı bilim ve teknolojilerin medeniyete katkısı mı daha önemli yoksa ayağına ilk defa ayakkabıyı giyen; ateşi ve yazıyı bulan ve bunun devamında adım adım ilerleyerek yapılan icat ve keşifler mi daha önemlidir? Öncelikle bu sorunun cevabını bulabilmek için başlangıcından itibaren günümüze kadar ulaşan kültür başlığı altında toplayabileceğimiz icat ve keşifleri bilmekte yarar varır.
En başta da söylendiği gibi, toplumlar varlıklarını devam ettirebilmek için her defasında elde ettikleri tecrübeleri yetişen nesle geleneksel eğitim yöntemleriyle aktarmışlardır. Geleneksel eğitim, okul eğitiminden önce aile ve çevre içinde çocukları hayata hazırlamak ve intibaklarını sağlamaktır. Aşağıda açıklanan tarih öncesi çağlardan kalan yazılı kaynaklar olmasa da elde edilen sonuçlara bakılarak geleneksel eğitimin varlığından her zaman söz edebiliriz. Zira insanlar mağaralara yaptıkları resimleri zaman içinde yeni tecrübelerle resim-yazıya dönüştürmüş, buradan hareketle alfabeli bulmuş, taşlara kayalara yazmış, kâğıdı icat etmiş, matbaayı bulmuş ve bugüne kadar gelmiştir. Elbette bu gelişme, anlatıldığı kadar kolay olmamıştır.
İnsan topluluklarının tarihinin yazılmasından önce yaşayış biçimleri özellikle mağara resimlerinden ve kullandıkları aletlerden günümüze kadar gelen kalıntılara bakılarak iki bölümde incelenmektedir.
Tarih öncesi dönemde insanlar hem avlanmayı hem de taşları yontmayı, demiri eritmeyi, tunç yapmayı keşfetmiştir. 

Kaba taş devri icat ve keşifleri (kültürü) M.Ö.60000-10000
İnsanlık tarihinin bilinmeyen zamanlarından başlayarak ilk defa araç kullanmaya başladıkları zaman dilimi, Kaba Taş Devri olarak adlandırılır. Bu dönemde daha çok avlanmak ve kendilerini vahşi hayvanlardan korumak için kaba ve sivri taşları kullandıkları varsayılabilir. Hayvanları avlamayı bu dönemde keşfetmiş oldukları görülmektedir.
Avladıkları hayvan postlarından giysiler yaparak örtünmüş oldukları da bu dönemde olabilir.
İhtimal ki ilk ayakkabı da bu dönemde icat edilmiştir. Belki insanoğlunun en önemli keşiflerinden biri de ayakkabıyı icat etmesidir. Çünkü yalın ayak bir yerden başka bir yere avlanmak veya başka maksatla gitmek için çakılların ve taşların üzerinde yürümenin eziyet verici olduğu düşünülebilir.
Bu gibi buluşlar ve icatlar, o dönemde yaşayan insanların icat ettiği bir kültür unsuru olmakla birlikte aynı zamanda medeniyete attığı ilk adım olarak kabul edilebilir. Başka bir söyleyişle, Kaba Taş Devri, medeniyetin ilk ve temel unsuru olan alet kullanabilme kültürünün oluştuğu devirdir.

Yontma taş devri icat ve keşifleri (kültürü) M.Ö. 10000-8000
Yine tarihin kaydetmediği bir zamandan insanlar, kullandıkları taşları birbirine sürtüp yontarak araç yapmayı keşfetmiştir. İnsanlık tarihinin en önemli ve ilk keşfi, taşları yontmayı icat etmiş olmasıdır.  Böylece, bu aletleri kullanarak hem kendilerini korumak hem de daha kolay avlanmaya başlamışlardır. Ayrıca bu sivri taşları kullanarak mağara duvarlarına da ilk resimleri yapmış ve bu yolla haberleşmiştir.
Ateş de bu dönemde bulunmuştur.
Taş Devrinden kalma aşağıdaki eserler bulunmuştur:
Antalya’da Beldibi, Belbaşı ve Karain (Neanderthâl neslinden bir çocuk dişi ve Homo Sapiens “Düşünen adam” kafatası bulunmuştur.) mağaraları
Gaziantep’te Dülük mağarası.
Medeniyete katkısı bakımından bu dönem, alet yapabilme kültürünün oluşması bakımından önemlidir. Yaptıkları bu aletlerle avlanma, haberleşme, mağaralarda yaşama kültürünü geliştirmişlerdir. Bu yolla medeniyete katkıda bulunmuşlardır.
Cilalı taş devri icat ve keşifleri (kültürü) M.Ö.  8000-5000
Taşların parlatılarak daha kullanışlı araçlar yapılmış, böylece daha kolay işe yarayacağı keşfedilmiştir.
Topraktan da çeşitli kap-kacak yapılmıştır.
Tarım etkinlikleri yapılmaya başlanmış, bunun sonucu olarak insanlar arasında daha yakın ilişkiler kurularak küçük yerleşim birimleri yani köyler kurulmuştur. Bazı hayvanlar evcilleştirilmiştir.
Bu dönemde bitki liflerinden elbiseler yaptıkları ve ilk defa iğne-iplik kullandıkları da anlaşılmaktadır.
Cilalı Taş Devrine ait bulunan kalıntılar: 
Konya Çumra’da Çatalhöyük
Diyarbakır’da Konya’da Çatalhöyük Çayönü (buğday, nohut, mercimek gibi tahıl ürünleri, koyun, köpek, keçi, sığır gibi hayvan kalıntıları)  yerleşimleri.
Alet yapmakta ve kullanmakta ustalaşmaya başlayan insanlar topraktan kap-kacak yapmaya başlayarak medeniyet alanında ilerlemeye katkıda bulunan kültürünü geliştirmişlerdir.
Maden devri icat ve keşifleri (kültürü)  M.Ö. 5000-3000
Bakır devri
Yine tarihi bilinmemekle birlikte arkeolojik kalıntılardan anlaşıldığına göre bu dönemde, ateşi bulmuş olan insanlar bakırı eriterek çeşitli aletler ve araçlar yapmışlardır.
Anadolu’da Bakır Taş Devri buluntuları:
Burdur Hacılar, Konya Canhasan, Denizli Beycesultan, Orta Anadolu’da Güllücek, Van-Tilkitepe önemli yerleşimleri.
Tunç devri icat ve keşifleri
İnsanlar, kalayı da bu dönemde bulmuşlardır. Bakır ile kalayı her nasılsa eritip karıştırarak tunç yapmışlardır. Böylece daha sert ve dayanıklı araç ve aletler yapmaya başlamıştır.
Karasaban, bu dönemde bulunmuş, toprağı işlemek kolaylaşmıştır. Böylece elde ettikleri ürünleri takas suretiyle ticari hayatı başlatmışlardır. İlk şehir yapılanması da bu döneme rastlamaktadır. Şehir yapılanması ile birlikte milletleşme ve devletleşme de oluşmaya başlamıştır.
Tunç Devri bulguları:
Yozgat Alişar, Çorum Alacahöyük, Çanakkale Truva yerleşimleri.
Demir devri icat ve keşifleri
İnsanoğlu, günümüzde de olduğu gibi her dönemde ateşten yararlanmıştır. Demiri keşfettikten sonra eriterek daha geniş yaşam alanlarına uygulamışlar. Sanayinin temelini atmaya başlamıştır.
Bu dönemin sonlarına doğru resim-yazıyı icat etmişlerdir.
Yukarıda açıklandığı gibi bakır, tunç ve demir devirlerinde insanlar öncekilere göre daha ileri düzeyde bir kültür oluşturarak medeniyetin gelişmesine katkıda bulunmuşlardır. 
Görüldüğü gibi insanlığın bugünkü düzeyine ulaşmasında tarih öncesinde insanlar binlerce yıl hem kendi kültürlerini geliştirmişler hem de buna bağlı olarak medeniyetin temel taşlarını atmışlardır.
Bilinen bir millet tarafından yazının icadının dahi, mağara resimlerinden esinlenmiş oldukları dikkate alınacak olunursa, medeniyeti oluşturan bu temel kültür değerleri hiçbir milletin veya topluluğun malı değildir.
Peygamberlerden bazıları bu çağlarda yaşamıştır. BU konu üzerinde ayrıca durulacaktır.

Özetle
İnsanoğlu, tarih öncesinde zamanı ve süresi bilinmeyen karanlık bir dönem yaşamıştır. Bu dönemde çok ilkel yaşadıkları, daha sonra taşları yontarak hem korunmak hem avlanmak için kullandıkları artık bilinmektedir. Sonra bakırı ve demiri bulmuşlar, bunları karıştırıp tunç elde etmişler ve bunlardan öncekilere göre daha modern silâh, kap kacak yapmışlardır. Elbette yaşadıkları mağaralardan çıkarak kendilerine barınaklar icat etmişlerdir.
Yonttukları daha sonra bakırdan ve demirden yaptıkları oklarla avladığı hayvanların derisini yüzüp etini yiyerek, derisinden kendine giysi ve ayağına çakılların batmaması için çakıl taşlarına karşı koruyacak bir çeşit ayakkabı yaptığından söz edebiliriz. Yıldırımın çıkarttığı bir yangından elde ettiği ateşi ısınmak için, üzerine düşen bir et parçasından aldığı lezzeti tattığında pişirmek gibi yeni bir keşfe imza atmış olabilir.
İnsanoğlu, bazen tesadüflerden sonuç çıkararak bazen sınayarak-deneyerek, düşerek-kalkarak kısaca zekâsını-aklını kullanarak bilinen tarih zamanlarına kadar gelinmiştir. Yuvarlanan bir taş veya kütük, tekerleği icat etmek için ilham kaynağı olmuş olabilir.
Kısaca insanoğlu tarih çağlarına; ateş ile birlikte bakır, demir, tunç gibi madenleri kullanmayı bilerek girmiştir. Ayrıca açıklanacağı gibi din inancına da sahip oldukları anlaşılmaktadır.
Yazının bulunmasına ilişkin kesin tarih olmamakla birlikte Sümerler (M.Ö.4000-2000) tarafından icat edildiği bilinmektedir. Ancak Sümerlerin daha düzgün koreografi ile yazı-alfabe icat etmişlerdir. Bunun anlamı, kendilerinden önceki tarih öncesi son dönem olan MADEN devrinde de insanların yazma konusunda bir mesafe ket etmiş olmalarından söz edebiliriz. Esasen mağara resimlerinden hareketle insanlık yüzlerce yıl içinde bu seviyeye ulaşmıştır. Sümerlerle çok önemli olan bir durum daha aydınlığa kavuşmuştur: Zira Sümerler ilk tapınakları olan Zigguratları yapmıştır. Demek ki insanlar tarih öncesi dediğimiz zamanlarda bir din inancına sahip olmuşlardı.
Esasen dinler tarihi açısından bakıldığında Nuh Peygamberin Sümerler zamanında yaşadığı dikkate alınırsa, ona gelinceye kadar İnsan hayatının varoluşu ile yaratılan Âdem, Şit ve İdris peygamberler tarih öncesi çağda gönderilmiştir. Bu nedenle Sümerlerden önce bir din olgusunun var olması gerekmektedir. Tek Tanrı  (Allah) dinini tebliğinden sonra aradan geçen zaman içinde, daha sonraları da görüldüğü gibi insanlar çeşitli sebeplerle çok tanrılı ve bunları temsil eden putperestlik dönemi yaşamıştır.[15] Sümerler de bunlardan biridir.
İnsanlar, kaba taş devrinden başlayarak tarih çağlarına bu birikimlerle girmiştir.
Bu döneme kadar bir okul ortamı olmadığından her merhalede elde edilen birikimler bir sonraki nesle; görgü, anlatma, gösterme, örnek olma, öğretme gibi geleneksel usullerle aktarılmıştır. Hatta öyle diyebiliriz ki, bir nevi günümüzde bile pek çok yerde devam eden baba mesleği olarak öğretilmiş olmalıdır.
Buraya kadar anlatılanları toparlayacak olursak hangi yolla olursa öğrenim ve eğitim insanlığın var oluşundan itibaren mevcuttur. Ve günümüzde devam etmekte, gelecekte de devam edecektir.
Yakılan ilk ateş hiç sönmemiş ve bugün uyduları uzaya göndermek, yuvarlanan bir kütük insanları gökyüzünde uçurmak için kullanılıyor. İşte bilimin gücü budur, medeniyet budur. Ve İnsanlığın dehâları bunu başarabilmek için binlerce yıl çalışmış, çalışmaya devam etmektedir. Uzaya ulaşan insanların geleceğe ilerleyişi, gidecek yer kalmayınca, gelecekte belki de geçmişe nasıl gidileceğinin yollarını arayacaktır.
Medeniyet, Müslümanlar, Türkler ve Avrupalılar tarafından oluşturulmamıştır. Buna karşılık medeniyetin Yazıyı ve üzerine yazılacak araçları (kil tabletleri) bulan Sümerlerin Orta Doğu merkezli Bilinen tarihi ile M.Ö. 4000 yıllarından başlayan devlet kurma macerası İsa”nın doğumuna kadar bilinen tarih içinde Sümerlerin,  Akatların, Asurların, Babilin, Fenikelilerin, Yunanların, Romalıların ve Türklerin bugünkü medeniyet dediğimiz yaşama düzeyinin temelinin atıldığı bir gerçektir.[16]
Bu nedenlerle medeniyet tarihi, esas itibarıyla pedagoji-eğitim tarihidir. Bundan dolayıdır ki önce devlet kurmuş milletlerin medeniyete nasıl ve ne kadar katkıda bulunduğuna göz atmakta fayda vardır.

Tarih öncesi çağlarda pedagoji
İnsanoğlu; taşlarla, kayalarla, toprakla, su ve hava ile kaplı, birçok bitkinin ve hayvanın da olduğu bir dünyada var olmuştur.
Elbette yazılı kaynak olmadığından mağara resimlerinden ve arkeolojik kazılardan elde edilen buluntulardan geçmişte insanların nasıl yaşadıkları hakkında bilgi edinebiliyoruz. Örneğin mağaradaki resimlerin iletişim amacıyla kullanıldığını, daha sonra bu resimlerin giderek nesneleri ifade edecek şekilde yazıya döküldüğü, medeniyetin tarihi gelişimi içinde anlaşılmaktadır. Başka bir söyleyişle eldeki bulguların sonucuna bakarak onlar hakkında bilgi sahibi olunmaktadır.
İlk var olan hayvanların ilk işi karınlarını doyurmak için bitkileri yemişler, çevrelerindeki suyu içmişlerdir. İnsanlar ise bu bitkileri yemekle birlikte daha kaba taş devrinde hayvanları öldürmüşler, etini yemişler, derisini giysi olarak kullanmışlardır. Zaman içinde ateşi bulmuşlar, demiri, bakırı, giderek diğer madenleri keşfetmişler ve bunları eriterek ve işleyerek işlerine yarar hâle getirmişlerdir.
Kabataş, Yontma, cilalı taş devirlerinde ve demir, bakır, tunç çağlarında da elde ettikleri birikimleri kendi çocuklarına babadan oğula, anneden kıza öğreterek varlıklarını devam ettirmişlerdir. Yukarıda belirtilen her çağdaki gelişme, daha da geliştirilerek bir sonraki çağa geçilmiştir.


TARİH ÖNCESİNDE VE SONRASINDA YAŞAYAN TOPLUMLARIN KÜLTÜR VE PEDAGOJİSİ
Bilim başka söylese de kitabî dinler insanlığın başlangıcını ilk insan ve peygamber olan Adam ile izah eder. Âdem”e de bizde de olduğu gibi zekâ, içgüdü ve refleks davranışlarla irade, akıl öğrenebilme yetenekleri de verilmiştir. Yani bugünkü insanın ilk örneği olmuştur.
Allah, yarattığı insana kendine inanması ve toplumda nasıl davranması ile ilgili bir takım kurallara uymasını da istemiştir. Bu istek, din denen kavramı oluşturmuştur.
Bu anlamda din, Allah tarafından bildirilen, peygamberler aracılığı ile insanlara duyurulan ve hayatı bütünüyle kuşatan ilâhî emir ve yasaklardır.
Öyleyse insanların kendi bilgi ve görüşleriyle ortaya koydukları kurallar din değildirler.

PEYGAMBERLER DÖNEMİ
Pedagojinin/eğitimin peygamberlerle nasıl bir ilgisinin olduğu düşünülebilir.
Peygamberler tarihi incelendiğinde ve kutsal kitapların bildirdiğine göre peygamberlerin insanları Allah”ın gösterdiği yolda hareket etmeleri için gönderildiği gayet açıktır. Yine peygamberler tarihi (sirer)”den anlaşıldığına göre her peygamberin bazı müspet ilimlerle ve bazı meslekleri icra etmeleri ile ilgili maharet sahibi oldukları görülmektedir. Peygamberler hem kendilerine vahyedilen dinî bilgileri tebliğ etmiş hem de sahip oldukları meslekî maharetlerini topluma yaygınlaştırmıştır. Hâliyle yetişkinler de bu bilgi ve maharetleri çocuklarına öğretmiştir.
Peygamberlerin hepsi adeta bir öğretmen gibi toplumu aydınlatmak için uğraşmışlardır. Toplumların kabulüne göre bazıları başarılı bazıları başarısız olmuştur.
Peygamberler öğüt, örnek göstererek Allah”ın emirlerini insanlara tebliğ etmişlerdir. Peygamberler başlıca iki önemli görevi ifa etmek için çaba harcamışlardır. Bunlardan birincisi Allah”a inanmaları, başkaca şeylere tapınmamaları, ikincisi ise ahlâkî kurallara uygun olarak yaşamalarını sağlamak olmuştur.
Eğer bir pedagoji tarihi yazmak istiyorsam ve bunları görmezlikten gelirsem, bu tarihin eksik kalacağı anlamına gelir. Bu nedenle peygamberlere gönderilen vahiyler hariç tutularak –ki bu vahiyler aynı yolla ve aynı istikamette gelmiştir- onların sahip olduğu meslekî ve ilmî bilgilerinin neler olduğuna kısaca temas etmekte yarar vardır. Zira her peygamber insanlık ve medeniyet tarihine kendilerine verilen görevler çerçevesinde katkıda bulunmuşlardır.
Hz.Âdem
Kitabı olan dinlerin bildirdiğinden anlaşıldığına göre Âdem; topraktan yaratılışından sonra üç önemli felâketi birden yaşamıştır; birinci Havva”ya uyup yasak meyveyi yemesi, cezalandırılmak üzere Dünya”ya gönderilmesi, oğullarından birinin diğerini öldürmesi ve evlat acısı yaşamasıdır. Bunun yanında bu kitaplara göre Allah, Âdem”e bazı bilgiler öğretmiştir.[17]
Kâbe (Beytullah)”nin de ilk ev olarak Hz. Âdem tarafından inşa edildiği ifade edilmektedir. Bu da inşaat ile ilgili becerilere Âdem”in de sahip olduğunu ifade eder. Yeryüzünde ilk şehir olarak da Hz. Âdem”in çocuklarının ve torunlarının yaşadığı Mekke oldu. Çiftçilikle meşgul olduğu için çiftçilerin piri sayılır.
Âdem peygambere 10 sayfa (suhuf) verildiği de ifade edilmektedir. Bu nedenle Allah”ın Âdem”e okumayı öğrettiği de ifade edilebilir. Eğer pedagojiye/eğitime bir başlangıcını tarihlendirmek istersek, bu tarih, insanın yaratılışı tarihi başlangıç sayılabilir.
Hz. Şit
Âdem ve Havva tek yaratıldığı için bir kavim varlığından söz edilemez. Ancak Âdem”den sonra peygamber olan oğlu, kardeş katili olan Kabil”in topluluğuna hitap etmiştir. Hâllaçların (dokumacıların) piri sayılır.
Hz. Şit”e 50 sayfa Allah tarafından bildirilmiştir. Bu sayfalarda matematik ve kimya ile ilgili bilgilerin olduğu belirtilmektedir.
Hz. İdris
Hz. İdris”e de tıp, astronomi ve fen bilimleri hakkında bilgi verildiği, bugünkü anlamda olmasa da sivri bir nesneyi kalem kullanarak yazı yazdığı ve iğne kullanarak dikiş yani giysi diktiği de yine peygamberler tarihinde ifade edilmektedir.[18]
İdris, Terzilerin piridir.
Hz. Nuh”un Sümerler zamanında yaşadığı dikkate alınırsa bu ilk üç peygamberin tarih öncesi çağlarda ve hatta hayvan derilerini   birbirine bitiştirmek için iğneye benzer bir âlet kullanıldığı sonucu çıkarılabilir. Siyer kitaplarının bildirdiğine göre bu işi ilk defa İdris peygamber yapmış olabilir. Belki hayvan sinirlerini veya ince ince kıydıkları hayvan derilerini bu iğnemsi aletle delerek buradan iplik görevi yapan sinirleri ve kıyılmış derileri bu delikten geçirerek dikiş dikildiği düşünülebilir. Bu nedenle İdris peygamber kaba taş devrinde yaşamış olabilir. Daha sonraki çağlarda kemik, boynuz gibi daha sert maddeler kullanılarak iğne yapılmıştır. Müzelere bunların örnekleri vardır.
Hz. Nuh
Nuh Peygamberin, Sümerler zamanında 3500-3000 yılları arasında yaşadığı tahmin edilmektedir. Nuh peygamber, medeniyete gemi yapmayı kazandırmıştır. Öyle görülüyor ki atalarından beri gelen marangozluk becerisini öğrenmiş ve kullanmıştır. Marangozların piri sayılır.
Hz. İbrahim
Hz. İbrahim Dülgerlerin piridir. Hz. İbrahim”e de 10 sayfa gönderilmiştir. Nemrut tarafından mancınıkla ateşe atıldığı ifade edildiğine göre o zamanlarda bir nesneyi mancınıkla uzağa atma biliniyordu. Mancınık, daha sonraki zamanlarda silâh olarak da kullanılmıştır.
Hz. İsmail
Bu peygamberle birlikte hayvan kurban etme geleneği ve inancı başlamıştır.
Hz. Yusuf
Bu peygamberin hayatı anlatılırken ilk defa altın tastan söz edilmektedir. Tarihsel anlatımlarda ilk defa tahılların depo edilmesi, rüya tabiri, iftira, kölelik, hapis gibi hususlarla karşılaşılmaktadır.
Hz. Davut
Dört kitaptan birincisi olan Zebur, bu peygambere gönderilmiştir. Demircilerin piri sayılır. “Zebur”, yazılı şey yani kitap anlamına gelir. Kur”ân”da Zebur”un Davut peygambere gönderildiği bildirilmiştir. Müslümanlar bu kitabın orijinalinin varlığına inanırlar. Zira bu kitap tahrif edilmiştir. Daha sonra Tevrat”a ilave edilmiştir.
Hz. Süleyman
Muhteşem Süleyman tapınağını yaptırmıştır.
Hz. Musa
Kutsal kitaplardan ikincisi bu peygambere gönderilmiştir. Çobanların piri sayılır. İbranice Tura kelimesinin Arapçalaşmış biçimi olan Tevrat kanun, ittifak, birlik, antlaşma, sözleşme gibi anlamları vardır. İslâm geleneğinde Hz. Musa'ya nazil olan kitabın adıdır. Yahudi geleneğinde ise Ahd-i Atik (Eski Ahit) denilen kitaplar toplamının adıdır.
Tevrat yahut Ahd-i Atik yani Eski Antlaşma olarak bilinen kitap Musa Peygambere gönderilmiştir. Kur”ân”da bu husus “Biz, içinde doğru rehberlik ve nur olduğu hâlde Tevrat”ı indirdik.” ifadesiyle belirtilmiştir. Bu kitapta ahlâkî ve dini kurallar açıklanmıştır. Tevrat”ta on emir olarak bilinen emirler şunlardır:
1. Allah'tan başka ilâh yoktur.
2. Putlara tapmayacaksın.
3. Allah'ın ismini boş yere anmayacaksın.
4. Cumartesi günü çalışmayacaksın. .
5. Babana ve anana hürmet edeceksin.
6. Adam öldürmeyeceksin.
7. Zina etmeyeceksin.
8. Çalmayacaksın.
9. Yalan yere şahitlik yapmayacaksın.
10. Komşunun hiçbir şeyine göz dikmeyeceksin.
Tevrat'ın bütünü Tevkin'le başlar ve Malaki ile son bulur. Tekvin, "Başlangıçta Allah gökleri ve yeri yarattı" cümlesi ile başlamakta, Malaki de, "O da babaların yüreğini oğullara ve oğulların yüreğini babalarına döndürecektir, ta ki gelip dünyayı lânetle vurmayayım." cümlesiyle sona ermektedir (Kitab-ı Mukaddes, Eski ve Yeni Ahit, İst., 1965).
Beni İsrail Eğitimi üzerinde ayrıca durulacaktır.

Hz. İsa
Kutsal kitaplardan üçüncüsü bu peygambere gönderilmiştir.
İncil,  "müjde, müjdelemek" anlamına gelir. İsa”ya gönderildiği Kur”ân”da da bildirilmiştir. İncil vahiyler hâlinde gelmiş, ancak o zaman Yahudiler yazıyı bilmedikleri için yazıya geçirilememiştir. Sonradan havariler tarafından yazılmıştır. Her papaz bir İncil yazmış, böylece çok sayıda İncil ortaya çıkmıştır. Bilhassa Aziz Paul”un mektupları da İncil”e ilâve edilmiştir. Roma”nın Hıristiyanlığı resmî din kabil etmesinden sonra 325 yılında İznik”te toplanan papazlar birine karar veremediği için Matta, Luka, Markos ve Yuhanna olmak üzere 4 İncil”i doğru ve kutsal kabul etmişlerdir. Diğer İnciller yok edilmiştir. Biri Vatikan”da diğeri Paris”te olmak üzere iki nüshasının olduğu Barnaba İncil”inden de söz edilmektedir. Barnaba İncil”inin tevhit inancına itibar ve Hz Muhammed”den söz ettiği ifade edilmektedir.
Her ne kadar Kur'an-ı Kerîm, Hz. İsa'ya gönderilen İncil'i tasdik ederse de, mevcut İncillerin Hz. İsa'ya gönderilen İncil'in tahrif edilmiş şekilleri olduğuna ayetlerde şöyle işaret edilir:
"İncil sahipleri Allah'ın onda indirdiği ile hükmetsinler. Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar fasık olanlardır" (el-Mâide, 5/47).
Hz. Muhammed
Kurân, “toplamak, bir araya getirmek ve okumak” anlamına gelir. Kur”ân, Allah'ın Hz. Muhammed aracılığıyla insanlara gönderdiği vahiylerin toplandığı kitabın adıdır. İlâhî kitapların sonuncusudur. Aynı durumda Hz. Muhammed de son peygamberdir. Bu kitap da öncekiler gibi İslâm dininin ve kurallarını ve ahlak ilkelerini ortaya koymuştur.
Kur”ân vahiy yoluyla sureler hâlinde 23 yılda tamamlanmıştır.

Bu dört kutsal kitap ve bazı peygamberlere gönderilen suhuf/sayfalarda Allah insanlara doğru yolu göstermiştir. Tevrat”taki on emirden İslâm anlayışında da yer alan temel ahlâkî temellere yer verilmiştir.
Hz. Muhammed, kendinden önce gelen bütün peygamberlerin ve üç kitabın tastikleyicisi ve Allah tarafından gönderilen muhteşem bir kitap olan Kur”ân”ı insanlara tebliğ eden son peygamberdir.

Peygamberler dönemine ilişkin kısa açıklama
Bu kısacık açıklamalar da gösteriyor ki örneğin Hz. Âdem ile başlayan Kâbe inşaatı asırlar içinde giderek gelişmiş, Muhteşem Süleyman Tapınağı, Babil Asma Bahçeleri, Taç Mahâl, Ayasofya, Sultan Ahmet, Selimiye ve günümüzde yüzlerce katlı dev eserlerin oluşmasına kadar uzanmıştır.
İnsanlar, Adem”in torunları, bir zaman sonra dedelerinin bildirdiği yolu terk etmiş, tapınılacak putlar yapmış ve buradan da heykeltıraşlık gibi bir güzel sanat dalı meydana gelmiştir.
İlk peygamberin tarih öncesi dönemde yaşadığı ancak düşündüğü, konuştuğu, yaşamını devam ettirmek için çeşitli iş ve meslekler icat ve keşfettiği dikkate alınırsa, bunun gerisinde bir okul eğitimi olmasa da geleneksel bir eğitim-pedagoji olması gerektiği kesindir.

İLAHÎ OLMAYAN DİN VE İNANÇLARIN KİTAPLARI
Hangi durumda ve içeriği ne olursa olsun bütün inançlar toplumun anlayış ve yaşayışını, düşüncesini etkilemiştir. Hâliyle bu etkilenme çocukların eğitimine de yansımıştır. Bu nedenle özellikle doğu ve güney Asya”da ortaya çıkan din ve inançlar hakkında kısaca bilgi sahibi olmakta yarar olacağını düşünüyorum.
İlahî olmayan dinlerin de kendilerine göre rehber aldıkları kutsal kitapları vardır. Örneğin Şintoizmin kitabı Kojiki, Zerdüştlüğün kitabı Aveste, Jainizmin kitabı Pakrit, Konfüçyüslerin kitabı Lun Yu, Şihizmin kitabı Guru”dur.
Bu inanç akımları genel olarak Hindistan ve Çin”de ortaya çıktığından, bu ülkelerin eğitim durumu incelenirken bu inançlardan söz edilecektir.
Her kitap; kim yazarsa yazsın, nasıl yazılmışsa yazılsın, ne zaman yazılmışsa yazılsın bir pedagoji kitabıdır.
Bu konu ile ilgili sonuç
İster ilâhî ister ilâhî olmayan olsun bütün din ve inançların; felsefenin, hukukun, geleneklerin, ekonominin, aydınların eğitim üzerinde tarihin her döneminde etkisi olmuştur, günümüzde de olmaya devam etmektedir.
Kutsal addedilen kitapların gösterdiği istikamette davranmak, çocukları bu anlayışa göre yetiştirmek her dönemde önemli olmuştur. Bu kitaplarda inanılan tanrının emrine uymak esas olduğu gibi bu dinlerin dinî törenlerine katılmak, bayramlarını kutlamak sosyal yönden insanları hem birbirine yakınlaştırmış hem de kişilerin davranışlarını düzeltmelerine katkı sağlamıştır.
Ayrıca her durumda ahlâk eğitimi ve diğer insanlarla ilişkilerin doğru ve toplumun değer yargılarına ve inançlarına uygun olması pedagojinin başlıca amaçları arasında yer almıştır.







[1] Okuyucu, bir anda tarih ile pedagojinin ve medeniyetin ilgisiz olabileceğini düşünebilir. Başta savaşlar ve her türlü büyük felâketler olmak üzere toplumu derinden yaralayan olaylar, medeniyetin birer unsuru olan hem felsefe,  hem bilim, hem pedagojiyi, hem hukuku, hem ahlâk anlayışını hem de sosyolojiyi, hem siyasi ve savaşlar stratejisini hem de dini etkiler. Bunun yanında din, pedagoji ve felsefe de medeniyetin her unsurunu ayrı ayrı etkiler. Bu nedenle bir filozofun, pedagogun, sosyologun dünya tarihi hakkında hatırı sayılır miktarda bilgisinin ve anlayışının olması gerek. Biz, okuyucunun bu anlayışa sahip olduğunu düşünüyoruz. Esasen siyasi tarihle birlikte felsefe, teoloji, pedagoji tarihi ile ilişkilendirerek birlikte yazmak istesek yüzlerce ciltlik bir külliyat yazılması gerektiğine inanıyorum.  
[2] Geleneksel eğitim üzerinde ayrıca durulmuştur.
[3] Bilinme ihtimalinin de olmadığı açıktır.
[4] Bu konu yazar tarafından Zekâ ve Dil Psikolojisi adlı kitapta incelenmiştir. Ne okuruz, ne yazarız? İster bir resimle, grafikle, sembol veya işaretle isterse sözle olsun, bunlara daha önceden müşterek mana verildiği için aslında biz burada gördüğümüz şekli değil, o şeklin ifade etmek istediği manayı okuruz, mananın okunması için de manayı bir şekil veya harf kümesi ile ifade ederiz. Buna göre şeklin bizzat kendisinden ziyade daha önceden verilmiş mana önemlidir. “Serçe” resmini gördüğümüzde, bu resmi “serçe” diye söyleriz yani okuruz. Bu sözü oluşturan tek tek seslerin veya harflerin önemi ortak manayı oluşturmaktan başka bir şey değildir.
[5] “Terbiye edilmiş dil sesinden”, bir dilde konuşmanın, kitap veya edebî dille konuşulması kast edilmektedir. Mahallî ağız ve şive farklılıklarının giderilmesi ancak kitabî dille konuşmanın gerçekleşmesi ile mümkün olur.
[6] Akciğerlerden gelen havanın ses yolunda oluşturduğu titreşime ses denir. Ses, dilin işlevli en küçük birimidir. Harf ise sesin yazıdaki karşılığıdır. Bir dildeki harflerin belirli bir sıraya dizilmiş bütününe alfabe de­nir. TDK
Türk alfabesi, Lâtin alfabesindeki harfler esas alınarak 1.XI.1928 gün ve 1353 sayılı “Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun” ile kabul edilmiştir.

[7] “Öğrenme, kazanma ve edinme” kavramları Zekâ ve Dil Psikolojisi adlı kitapta ayrıntılı olarak incelenmiştir. Özetle:
Öğrenme: Öğretmen veya kitap yoluyla bilgiye sahip olma, Ezberle de ilgilidir.
Kazanma: Soru sorarak, araştırarak kendi çabasıyla bilgiye sahip olma.
Edinme: Bilinçdışı etkinliklerle kendiliğinden sahip olunan düşünce ve davranışlar. Dil, edinilir.
[8] Bu konu ile ilgili olarak daha ayrıntılı bilgi için aşağıdaki eserler incelenebilir. Bu düşünürlerin görüşlerine kronolojik olarak yeri geldiğinde ayrıca temas edilecektir.
  a. Terbiye Felsefesi, Bedi Ziya Egemen, Yaprak Yay. Ank. 1957.
  b. Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Meseleleri, Ziya Gökalp, MEB, İst. 1992.
[9] Bu konuda ayrıntılar Eğitim adlı makalede açıklanmıştır. Bu konu, pedagoji tarihi bakımından incelenmemiştir.
[10] Daha önce de açıklandığı gibi verilen örnekler genişletilerek annenin ve öğretmenin el altı kitabı olmak üzere bir pedagoji kitabının yazılmasına ihtiyaç vardır.
[11] Siyah yazılar programdan aynen alınmıştır.
[12] Bu konular üzerinde kitabın son bölümünde örneklerle ayrıntılı açıklamalar yapılacaktır.
[13] Ancak, insanlar; bu meşguliyet özellikle son yüz yılda, içinde yaşadığı bu dünya denen mekânı tahrip etmek, tüketmek gibi bir düzeye ulaştığı da görülmektedir.
[14] Zekâ konusu, “Zekâ” adlı çalışmamda ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Köpekler gibi bazı hayvanlarda yeme, tuvalet gibi alışkanlıklar kazandırılması,, bazıların evcilleştirilmesi ve kullanılması milyonlarca hayvan varlığı içinde  müstesna olarak görülebilir.
[15] Bu konuyu, Din Psikolojisi: İnsanlar niçin putlara taparlar” başlıklı makalemde inceledim.
[16] Bu konu; “Medeniyetlerin Çatışması mı, Medeniyetin Paylaşımı mı? “ adlı çalışmamda ayrıntılı olarak ele alınmıştır.
[17] Bu nedenle öğretmenlik için “ Tanrı mesleği” denir.
[18] Peygamberlere ilham edilen bu bilgilerin açıkça neler olduğu, ne kadar olduğu, sayfa ile ifade edilen bu tebliğlerde neler ve nasıl yazıldığı hakkında kesin bilgiler yoktur. Burada ben de düşüncelerimi bazı durumları birleştirerek varsayımsal olarak açıklamaya çalıştım. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

JAN AMOS COMENİUS (1592-1670)

JAN AMOS COMENİUS (1592-1670) Döneminin önemli düşünürlerinden biridir. Önemi ise, birçok fikrinin günümüzde bile uygulanabilir olmasıdır. Lâtince ve ilahiyat tahsil etmiş. Eğitimdeki aksaklıkları görmüş ve düzeltmek istemiştir. Birçok ülke ve şehir dolaşmış, birçok okulda öğretmenlik ve hayatının son döneminde papazlık yapmıştır. Bacon, Ratka ve Vives”in etkisinde kalmıştır. İngiltere”, İngiliz okullarını ıslah etmek üzere davet edilmiş, burada bütün bilimleri bir araya toplayacak bir ansiklopedi (pansofi) yazmak istemişse de başarılı olamamıştır. “Comenius, muhtelif işlerde çalışmış ve muhtelif problemler üzerinde kafa yormuştu. İlk önce papaz sıfatıyla mezheplerin ortadan kaldırılmasına gayret etmişti. Mezhep savaşları ile Avrupa”nın tam bir sefalete ve fakirliğe düştüğünü gören Comenius, bu işin çok önemli olduğuna kanaat getirmişti. Fakat sakin bir hayat yaşayamadığı ikide birde göç etmek zorunda kaldığı için bu idealini gerçekleştirmeye muvaffak olamamıştı.  Bereket ...

MONTAİGNE"nın eğitime ilişkin görüşü.

MİCHEL MONTAİGNE  1533-1592 Fransız edibi ve Rönesans filozofu. Görüşlerini dilimize de çevrilen Denemeler (Essais) adlı eserinde toplamıştır. Denemeler isimli bu eser dilimize çevrilmiştir. “Denemeler isimli eserinde hayata yakın ve çocuğun tabiatına uygun bir eğitim tarzını savunmuş, devrinin Latin okuluna ve bu okulda uygulanan korkunç ezberciliğe, ölü bilgilere ve otoriteye dayanan sert ve katı eğitim anlayışına karşı çıkmıştır. [1] “Bunun yerine serbest şekilde karşılıklı konuşmayı öğretim metodu olarak tavsiye etmiştir. Buna rağmen o da eski dillerin öğretilmesinden vaz geçmemiş, yalnız canlı mükâleme alıştırmalarıyla basitleştirmelerini ve kolaylaştırmalarını istemiştir. [2] Beden eğitiminin eğitsel değerini bilhassa belirtmiştir. Aile ocağını çocukların eğitimi için elverişli bulmamakta, hakiki terbiyenin eğiticilerle çocukların bir arada bulunmaları sayesinde mümkün olabileceğini ileri sürmüştür” (R.G. Arkın, s.318). “Eserinin yirmi beşince bölümünde, köksüz ve ...

Medeniyeti oluşturan unsurlar

Medeniyeti oluşturan unsurlar Bugün ulaştığımız medeniyet seviyesine ulaşmamız en başından itibaren 70-80 bin yıllık insanlık macerasının eseridir. Medeniyetin oluşturulmasında insanın iç ve dış dünyası olmak üzere iki ana unsurdan söz edebiliriz: İç dünya unsurları: zekâ/akıl ve içgüdüler Bu maceranın en başında konuşma anlamında dilin oluşmuş olması gelir. Tabiîdir ki dilin oluşması için insanın doğuştan getirdiği aklını/zekâsını kullanabilmesi gerekir. [1] İnsan ve diğer canlılar doğarken zekâ ile birlikte içgüdülerle ve reflekslerle de donatılmıştır. Refleksler, bir canlının hayatını devam ettirebilmek için kullandığı bilinçdışı davranışlardır. Canlının kendini koruması yönünde etkinliği vardır. Başka bir söyleyişle canlıyı tehlikeye karşı koruyan bilinç dışı etkinliklerdir. Bunlar öğrenilmez ve hatta eğitilemez. İçgüdüler de doğuşla gelir ve kişiyi amaçlı ve bilinçli etkinliklere yöneltir. İçgüdülerin en temel özelliği insanlarda ve bazı hayvan türlerinde eğitileb...