ZEKÂ
KURAMLARININ ELEŞTİRİSİ VE KÜRESEL ZEKÂ KURAMI
s. 44-66 Algı, ahlâk ve din
Ahlak, insanlık âleminin
umumileştirdiği ve meşrulaştırdığı olumlu ve olumsuz kurallarının bütünüdür. Bu
yönüyle ahlak evrensel bir takım kuralları ifade eder. Hangi dine inanırsa inansın
veya hiçbir dine inanca sahip olmasın herkesin bu kurallara uyması ve yaşaması
gerekir.
Ahlakî değerler olumlu ve
olumsuz olmak üzere karşıtıyla ölçülür. Örneğin doğru söylemek-yalan söylemek,
hırsızlık yapmak-alın teriyle kazanmak, öldürmek-yaşatmak, rüşvet vererek
menfaat sağlamak-hakkında razı olmak, çevreyi kirletmek-çevreyi temiz tutmak,
merhamet etmek-zulüm etmek, … gibi. Bu nedenle ahlakı bir dine veya inanca
hasretmek doğru olmaz. Zira bu gibi değerler bir inanca göre var da öteki
itanca göre yok demek değildir. Bu açıdan bakıldığında ahlakî değerler, din
değerleri olarak düşünülmemelidir. Din bir takım inanç ve ibadetler
manzumesidir ve ahlakî değerleri tasvip eder ve benimser ve yaşanmasını ister.
Ahlakî değerleri benimsemeyen ve tasvip etmeyen bir dinden ve inançtan söz
edemeyiz.[1]
Dinî inancın ibadet ve inanç esaslarına uymak bu dünya hayatı bakımından bir
suç teşkil etmemesine karşın, ahlâkî değerlere uymamak her toplumda ve inançta
suçun önemine göre toplumsal kınadan ve ayıplamadan başlayarak hapse kadar
çeşitli cezaları vardır. Bu açıdan bakıldığında laiklik yani herkesin kendi
inancını yaşaması örneğin İslâm dininin kutsal kitabında, “senin dinin sana,
benim dinim bana” sözüyle formüle edilmiştir. Başka bir söyleyişle din
bireyseldir ahlak ise toplumsaldır.
Ayrıca din insanın iç
dünyasını oluştururken ahlak insanın davranışlarında görülür. Ancak bu
davranışlar da iç dünyada oluşan değerlerin dış dünyaya yani davranışlara yansıması
ile görülür. Din, inanç ve itikat ise insanın salt iç dünyasını oluşturmakla
birlikte hemen hemen bütün dinlerdeki görünebilen ibadetler yine de bizzat
bireyin kendini ilgilendirir.
Dinî akidelere de ahlâkî
kurallara da uymanın bu dünyada bir karşılığı yani ödülü yoktur. Dinî akidelere
uyanlar Allah”a veya inandıkları tanrıya karşı, ahlakî kurallara uyanlar ise
topluma karşı görevlerini yapmış olur. Bununla birlikte hem ahlakî kurallara
hem dinî akidelere uymayanların Ahret hayatında cezalandırılacakları veya
ödüllendirilecekleri bildirilmiştir. Bu bildirim sevap-günah karşıtlığı ile
ifade edilmiştir.
Hristiyan inancına göre
insanların günahkâr olarak doğduğu inancına karşılık İslâm inancına göre
insanlar, günahsız ve suçsuz (masum) olarak doğar. Dine ve ahlâka ilişkin bütün
davranışlarını başta aile olmak üzere toplum içinde tanıştığı olumlu veya olumsuz
örneklerle karşılaştıkça edinir.
Ahlak, öğretilmez yaşanır
Ahlak yaşanan örneklerle
edinilir ve insan hayatında da uygulanır. Ahlâkî kurallara uymayanlar için
“ahlaksız” sıfatı kullanılır.
Özellikle gayri ahlâkî
yollardan zengin olmuş, refah içinde yaşayan insanlar, suçundan dolayı kanundan
kaçma başarısı gösterenler, yalan yanlışla makam sahibi olanlar, rüşvetle işlerini
yürütenler; aile içinde doğru eğitim almış olsa dahi gerçekte olumsuz olan bu
davranışlar, olumlu davranışlar gibi algılanır ve özenti yaratır. Bu noktada
ahlaksızlık umumileşirse âdeta meşru hâle gelir. Bu durum; toplum düzeni, toplumun
ekonomik ve sosyal güvenliği bakımından ciddî sorunlara sebep olur.
İnsan zekâsı, her işin
kolayını bulmaya çalışır. Olabildiğince kendini zorlamak ve yormak istemez.
İnsan, daima zordan kaçınır, kolayı ister. Örneğin, insan zekâsı, esas itibarı
ile çalışıp çabalayıp, para kazanma yerine daha kolay yollardan para kazanma
isteğine daha elverişlidir. Hırsızlığın, yolsuzluğun, dolandırıcılığın temel
psikolojisinde kolay kazanma isteği yatar. Yukarıda söylendiği gibi kötü
örnekler çoğaldıkça bu gibi gayri ahlâki davranışlar da giderek yaygınlaşır.
Gayri ahlâki davranışlar umumileşirse toplum tarafından meşru ve hoş görülmeye
başlanır.
Gerek ahlâkî gerekse gayri
ahlâkî davranışlar temelde ailede edinilmeye başlanır. Doğru örnekler genel
olarak ahlâklı nesil yetişmesine katkı sağlar.
Ahlâk, toplumun inancı ve
umumî kanaatlerine göre yaşamaktır. Bu nedenle ahlâk esas itibarı ile aile
ortamında edilir. Okulda ahlâk öğretilse de, bu çabalar geneli itibarı ile yeteri kadar etkili olmaz. Bir davranışa ya da ahlâka ilişkin kuralları
bilmek ve söylemek başka, onu yaşamak ve genç neslin bu yaşama tarzını görerek
algılaması ve benimsemesi başkadır. Eğer, çocukların bir topluma veya evrensel
olan genel ahlâk kurallarına uygun olarak yetişmesi ve yaşamaları amaçlanıyorsa
işe, aile ortamında başlanması gerekir. Aile içinde yaşanan ve çocuğun farkına
vararak veya varmayarak edindiği (algıladığı)
ahlâka ilişkin her unsur ayrı ayrı zamanlarda ve ayrı ayrı vesilelerle
edindirilir. Yani ahlâka ilişkin normların tamamı bir çırpıda edindirilemez.
Aile ortamı içinde, yakın çevreden işitilen ve yaşanan olaylar, anne-babanın
kendi prensiplerinden söz etmesi vs. gibi fırsatlar ahlâk eğitimi için kıymetli
fırsatlar hazırlar.
Din ve inanç, ahlâk üzerine
kurulur. Temelinde ahl”ak olmayan hiçbir din ve inanç yoktur. Allah, Kur’ân’da
Hz. Muhammed’e, “Seni güzel ahlâkı tamamlamak için gönderdim.” demiştir. Hz.
Muhammed ise güzel ahlâkıyla toplumda doğruluk, dürüstlük, güzellik gibi ahlâkî
normları hayata geçirmek için örnek olmuştur. Onun bu davranışları, öncesinde
bozulan ahlâkî değerleri yeniden hayata geçirmiştir ve toplum tarafından beğeni
ile algılanmıştır. Yalnız İslâm”ın değil bütün dinlerin temelinde ahlâk
esastır.[2]
Ancak, ahlâk ile din
birbirine karıştırılmamalıdır. Ahlâkî normlar din değildir ve dinî inanç ve
ibadetlere dayanmaz. Ancak din, ahlâkî
normları da içerir. Ahlâk, bir takım normlardan (esaslardan, prensiplerden), din ise bir takım inanç ve ibadet
esaslarından oluşur. İnanç ve ibadetler ahlâkî normlar üzerine kurulur. Hem
ahlâk hem de din temel bir takım dogmalara yani tartışılamaz kurallara ve
esaslara dayanır. Ahlâkî değerler evrensel olduğu halde dinî değerler, dine
özgüdür. Bununla birlikte her dinde ve inançta ahlâkî değerler vardır.
Esas itibarı ile ahlâk,
bütün insanlığın ve buna bağlı olarak bütün din ve inançların ortak
değerleridir.
Ahlâk ve din sadece bir
takım kuralların öğretilmesi ile hayata geçirilemez. İnsan hayatını temelli
olarak kuşatan ahlâk ve din, öncelikle aile ortamında
yaşanır, yaşatılır ve yaşanır hale getirilir.[3] Bu gerçekleşmediği takdirde kuralları
bilmenin hiçbir anlamı olmaz. Sonuç
itibarı ile ahlâk ve din doğru algılatmalarla yaşama geçirilir. Bir takım
kuralları bilmek ahlâklı ve inançlı olmak anlamına gelmez. Bunun en uygun yöntemi yetişkinlerin doğru
örnek olması ve ahlâkî normlara uygun olarak yaşamasıdır. Kısaca, çocukların
nasıl birer yetişkin olmaları isteniyorsa, yetişkinler öyle davranmalı ve düşünmelidir.
Esas problem, din ve ahlak
eğitiminin ne zaman ve nasıl öğretileceğidir.
İnsan, doğuşta masum kabul
edilse bile –öyledir-, din ve ahlâka ilişkin doğuşla getirdiği bir değer veya
başka bir şeş yoktur. Din ve ahlak aile ortamında edinilir.
Ahlak eğitimi çocuğun
söylenenleri anlaması ile doğal olarak ve istemsiz olarak kazanılmaya başlanır
ve kişiliğini bulduğu zamana kadar devam eder. Bu anlamda ahlâk eğitimi
süreklilik gösterir. Rol model ise anne, baba ve diğer büyüklerdir. Gerek aile
içindeki veya sohbetlerdeki toplantılarda dinlenilenler, örnek anlatımlar çocuk
üzerinde etkili olur. çocuklara şöyle hareket et, böyle hareket et demek yerine
büyüklerin davranışları çocuk tarafından istemsiz ve bilinç dışı olarak
edinilir.
Din eğitimi ise çocuğun
istemine bağlı olarak ailesinde gördüğü dinî ritüllerle bağlı olarak dine,
Allah”a, peygambere ilişkin soru sorması ve ona verilecek cevapla başlar. Bunun
için çocuğun belirli bir zihinsel olgunluğa ulaşması gerekir. Ahlak eğitiminde
olduğu gibi din eğitiminde de rol model anne ve baba başta olmak üzere diğer
büyükler etkili olur. Çocuğun belirli bir zihinsel olgunluktan sonra dine karşı
olan duyguları beslenmeli ve inanılan dinin ritüellerine katılmaları sağlanmalıdır.
Çok önceden dinî ritüellere katılmasını sağlamaya zorlamak doğru değildir.
Böyle bir durumda zaman içinde inançları bakımından zihinsel yorgunluk,
bıkkınlık ortaya çıkar. Belirli bir yaşa kadar anne-babanın isteklerine uygun
olarak dinî ritüellerini yerine getirse de çoğu zaman çoğu insanlar ritüelleri
terk ederler. Bu nedenle ebeveynin dikkatli davranması gerekir.
Ben, sen, o ve biz algısı
Yeni doğan bir bebek,
ellerini ayaklarını oynatarak, başını sağa sola çevirerek; daha sonra parmağını
emerek hatta ayağını ağzına doğru götürerek kendi kendini algılamaya ve tanımaya
çalışır. Bu arada içgüdüsel olsa da emmesinden dolayı annesini algılamaya ve
tanımaya başlar. Babanın tanınması ise daha geç gerçekleşir.
Belli bir yaş ve olgunluğa
ulaşıncaya kadar çocuklar bencildir.[4] İsteklerinin yerine getirilmesi için
inatlaşır, ağlar ve isteğinin yerine getirilmesini sağlar. Bencillik ve
inatçılık kendinden sonra doğan kardeşine de yönelir. 5-6 yaşlarında da olsa,
kendinden sonra yeni doğmuş bebeği her fırsat bulmasında sıkıştırır ve rahatsız
eder. Bu açıklamalara göre çocukta önce “ben” algısı oluşur. Kendini her şeyin
ve herkesin merkezinde olmasını ister. Örneğin anne bir başkası ile konuşurken
araya girer ve onların konuşmasına engel olmaya çalışır.[5]
Kişide asıl “ben” kavramı
kendi hakkında gerek bedensel ve gerekse zihinsel düzeyde kendini algılaması ve
tanıması ile gelişmeye başlar. Aile içindeki davranışlara da uygun olarak
“benim oğlum akıllı.”, “Benim kızım güzel.” veya “Senden adam olmaz.” “aptal
çocuk” gibi tanımlamalar çocuğun kişiliği ve kendini algılaması ve tanıması
üzerinde önemli etkiler yapar.
Anneyi adıyla değil “anne”,
babayı da “baba” olarak algılar. Sen kavramı, ancak kardeşi ile yüzleştiğinde
gelişmeye başlar.[6] Bunun ötesinde “sen” algısı başka
insanlarla karşılaştığında ve aile içi ilişkilerle edinilir. “sen” algısı,
çocuğun kendini karşısındakinden ayrı ve farklı olduğunu algılaması ile gerçekleşir.
“Biz” algısı, çocuğun
sosyalleşmeye başlamasıyla oluşmaya başlar. Bu da öncelikle aile ortamında
anne-baba konuşmaları ile algılanır. Okul ortamından itibaren diğer kişi ve toplum
algısı oluşmaya başlar. Birlikte oynanan oyunlar, kalem alıp-verme, grup
çalışmaları arkadaşlık algısı oluşturur. Böylece “biz” kavramı gelişmeye
başlar. Rakipliklere dayalı oyunlarla siz ve onlar algıları gerçekleşir. “Topu
ona at. Topu sen al. Bugün bize gel.” gibi. “Sen” algısı, kendinden başka birinin
varlığını kabul etme ile ilgilidir. “Biz” algısı ise başkaları ile birlikte
olma anlamını taşır.
Elcilleşme (sosyalleşme),
bir zaman içinde oluşur. Çocukların evde kardeşleriyle, okulda ve sokakta
arkadaşlarıyla olan ilişkileri ile sosyalleşme başlar.[7] Anne ve
baba, çocuğu kendisine aşırıcı derecede bağlamamalıdır. Onların düşüncelerine
saygı gösterilmeli, sorularına cevap verilmeli, yaşına göre serbest
davranmalarına fırsat verilmelidir.
Sosyalleşemeyen çocuklar
yaşları ilerledikçe bencil duygularından dolayı kendini beğenmişlik, büyüklenme
ve kibirlilik duygular geliştirir. Bu duygular kendi dışındaki insanları hor
görme ve ötekileştirme gibi daha olumsuz duygular geliştirmesine sebep olur. Bu
gibi kimseler, kendilerini büyük gördükleri için başkalarının başarılarını
kıskanır, çekemez ve bu nedenle onlara zarar vermeye çalışabilir.
Kendini olduğundan üstün
şekilde farklı görenler veya ellerindeki imkânlara göre kibirlenenler gerçekte
kendilerini doğru algılayamamış ya da tanımamış olanlardır. Aristo’nun “Kendini
bil.” ….. “Düşünüyorum, öyle ise varım.”, sözü bu gibi kimseler için
söylenmiştir.
Ailenin temel görevlerinden
biri, çocuğu doğru anlamak ve ona kendini doğru algılatmaktır. Çocuğu
olduğundan üstün veya geri görmek ailenin yapabileceği en büyük hatalardan biridir.
Örneğin “Benim çocuğum çok zeki, şöyle yapar, böyle yapar.” gibi yaklaşımlar
kesin olarak doğru değildir. Özellikle okul çağlarında
başarısını veya başarısızlığını dikkatle izlemek gerekir. Bir yanlışı
karşısında “azarlamak” yerine doğrusunu söylemek ve göstermek en uygun
olabilecek yoldur.
Lise ve üniversite
çağlarında insan, kendi hakkında daha doğru algılar sağlayabilir. Bu çağlarda
genç, iki önemli durumla karşılaşır: Kendini kabul eder veya ret eder. “Benden
adam olmaz.”, “Başaramıyorum.”, “Arkadaşım yok.” vb. duygulara kapılan bir
genç, kendini ret ve inkâr etmiş olacağından bunalımlara girebilir. Bu gibi
duyguların temelinde daha erken yaşlarında anne-babanın çocuğa yaklaşımları
önemli rol oynar.
Geleceğin büyük insanı
olacak çocuklara kendilerini ne kadar doğru algılatırsak; onun kendini kabul
etmesini ve tanımasını, sosyalleşmesini ve başkalarını kabul etmesini (kıskanmamasını)
sağlarız. Böylece çocuğun gelecekte
kendi hayatına ve topluma daha kolay uyum sağlaması ve mutlu olması
gerçekleşir. Bu nedenle çocuğun başarıları takdir edilmeli, başarısızlıkları için
başarmaya teşvik edilmeli, başarısızlık sebepleri birlikte bulunmaya
çalışılmalıdır.
Sevmek ve sevilmek içgüdüsel
duygulardır. Bu duygular sosyalleşme ile de ilgilidir.[8] Sevgi, şefkat,
merhamet ve yardım aynı zamanda ahlâkî yönü de olan duygulardır. Gerek ebeveyn
ve gerekse öğretmen veya bir büyük olarak çocuklara sevgimizi, şefkatimizi
merhametimizi onlardan esirgememeliyiz, aksine aşırılığa kaçmadan
göstermeliyiz. Onları seversek sevmeyi öğretiriz. Sevmeden sevilmeyi beklemek
doğru değildir.
Çocuğa okul hayatının her basamağında kendini
doğru algılamasına ve tanımasına fırsat verilmelidir. Bir iş yapmayı
düşünüyorsa, bu yetişkinlerin aklına yatmasa da ona bu işi yapmasına fırsat
vermek en uygun yoldur. Düşüncesi doğru ise mesele yok, yanlış ise kendi
yanlışını kendinin bulmasına fırsat verilmiş olur.
Bir kimsenin kendini doğru
algılaması, kendini bilmesi anlamına gelir. Kendini doğru algılayan kimse,
yanlışını ve doğrusu bilir veya en azından buna ilişkin öngörü oluşturur. Kendi
düşüncesini ve davranışını yargılar. Belki insanoğlunun ulaşabileceği en üst
derecedeki değerlerden biri de budur.
Bir kimsenin kendini yanlış
algılaması onucu yapamayacağı bir işe girişmesi ve başarısız olması durumunda
birtakım mazeret ve bahaneler ortaya koyar. Bu kimseler suçu başkasına atar
veya kaderine bağlar.
Kazandırılması gereken kavramlardan ve
algılardan bazıları şunlardır:
İkinci kitapta, “kavram” adı altında incelenecek olan bazı algılar vardır
ki bunlar ancak yaşanarak ve tecrübelerle kazanılır. Bunların başında
mekân (yer), zaman, derinlik, uzaklık
vs. kavramlardan söz edilebilir. İnsan, doğuşta bu kavramlara sahip değildir.
Bu kavramlar, öncelikle algı düzeyinde oluşur. Algılanamayan yani anlaşılmayan
hiçbir şey düşünce düzeyinde bir mana ifade etmez.
Aslında algı ile
oluşan bu kavramların uyarıcıları ve duyumları dış dünyada somut olarak var
olmakla birlikte oluşumu bakımından ve gerçekleşmesi bakımından tamamen soyuttur.
Buna, somut nitelikli soyut kavramlar denilebilir.
Yukarıda
belirtilen ve aşağıda açıklanacak olan bazı algıların oluşması ve insanın iç
dünyasında gerçekleşebilmesi ve manalandırılabilmesi için mutlaka somut
nesnelere ihtiyaç vardır. Bu algıların kavram düzeyinde oluşumunun bilinmesi,
öncelikle aile ortamında ve okul hayatındaki öğretimi bakımından önemlidir.
Elbette çocuk, ev ortamında bu kavramlara az-çok sahip olarak okula başlar.
Ancak bu kavramların daha doğru ve tam algılanabilmesi, daha önce de temas
edildiği gibi okul programları hazırlanırken çocukların algısal gelişimleri çok
yakından tanınmalıdır.
Mekân/yer algısı ve kavramı
Mekân (yer),
esas itibarı ile arz üzerinde ayağımızın bastığı yer olmakla birlikte daha
geniş anlamda giderek, ev, sokak, mahalle, köy, kasaba, ilce, il, ülke, kıta,
yer küre ve bütünüyle uzay da mekândır. Mekân algısı oluşmadan başta zaman algısı
olmak üzere birçok algıyı edinmek mümkün olmaz. Başlangıçta, evin bir mekân
olarak tanınması için odalarının, mutfağının, banyosunun, tuvaletinin ve
bunların yanında pencerelerinin, duvarının, bacasının vs. de tanınması gerekir.
Bundan sonra komşularını tanıması gerekir. Bunun için sağ, sol, ön, arka
algıları oluşmalıdır. Bu algılar sokak ve giderek cadde, ilçe vs. şeklinde
halkalar hâlinde genişleyen bir mekân algısı ve buna bağlı olarak mekân kavramı
oluşur.[9]
Mekânın doğru
algılatılması, yaşa ve buna bağlı olarak sınıf seviyesine göre adım adım
gerçekleştirilir. Mekân kavramının öncelikle ve doğru olarak kazandırılmasının
en önemli nedeni, bütün olayların bir mekân (yer) üzerinde olmasıdır. Çocuk,
bir ev ortamında doğar, okul mekânında öğrenim görür, sokak-yol ortamında
yürür, şehir ve ülke ortamında yaşar. Bütün tarih ve tarihî olaylar da mekân
üzerinde gerçekleşmiştir ve gerçekleşmektedir ve gerçekleşecektir. Bu nedenle mekân
kavramı oluşmadan tarih öğretilemez veya öğretildiği zannedilir. Örneğin
yaşantısının dışında kalan bir mekâna ilişkin bir tarihî olayı kavratmak
oldukça güçtür. Kendi bizzat yaşadığı çevre içinde meydana gelmemiş tarihî
olayları kavrayabilmeleri için evinden, köyünden, ilçesinden daha geniş mekânları
kavrayabilmesi için uzaklık, büyüklük, genişlik ve buna bağlı olarak haritada
yer oranlarını kavramış olması gerekir. Bu nedenle, tarih dersinden önce
coğrafya dersi işlenmelidir. Coğrafya bilinmezse tarih anlaşılmaz.[10]
Zaman algısı ve kavramı
Zaman, göreceli (nispî)dir, tecrübelere
göre değişir. Bir kaç saat, yarım gün gibi ifadeler çocukların zihinlerini
karıştırır.
Okul çağına ulaşmamış çocuklar; genel
olarak dün, bugün, yarın, bir saat, öğleden sonra, bir dakika gibi zamanları
birbirlerine karıştırır. Mevsim, ay ve hafta hakkında da yaşantıları yetersizdir.
Zamanı bilmek, başlangıcı belli
bir nirengi noktasından bir başka nirengi noktasına kadar geçen süreyi
algılamakla ilgilidir.
Beş yıl, on yıl, yirmi yıl gibi zaman,
ancak bunları yaşamış olanlar için bir anlam ifade eder. Bir çocuk için bu
zaman ulaşılamayacak bir zamandır.
Yetişkinlerin bile çoğu yüz yılı, bin yılı
hatta jeolojik yılları kavramakta zorluk çeker. Öğrencilerin tarih dersindeki
başarısızlık sebebini, zaman kavramının gelişmemiş olmasında aramak gerekir.
Çünkü binlerce yıl öncesinde yaşanmış olayları tasarlamak oldukça güçtür.
Çocuklar; dün, bu gün ve yarın gibi zamanı
bilirler. Uyumak, uyanmak, güneşin
doğması ve batması gibi nirengi noktaları ile bir günü anlamakta zorluk çekmez. Belirli nirengi noktası olmayan
gelecek zaman yaşantıya girmediği için daha güç kavranır.
Birinci sınıfa başlamış bazı öğrenciler,
ilk günlerde zil çaldığında eve gideceklerini düşünür. Hâliyle zil çaldığında
çantasını alarak eve gider. Çünkü onlara göre eve gitme zamanı gelmiştir.
Zaman kavramını kazandırmak için önemli
olayları başlangıç noktası olarak almak gerekir: bayram, doğum günü, ağaçların
çiçek açması, ilk karın yağması gibi. Altı yaşındaki çocuklar, baharı ağaçların
çiçek açtığı, kışı ise palto giydikleri zaman olarak kavrar. Ayrıca ders
saatleri, teneffüs süreleri, bir günlük ders toplamı, bir hafta, bir ay gibi
süreler, yapılan önemli işlerin geride kalan zaman uzaklıkları gibi yaşanan
zamandan faydalanmalıdır.
Bu nedenle sınıf seviyesine göre bir yıl
içinde meydana gelen olayları, yaşadıkları süre içinde şahit oldukları
olayları, yüz yıl önceki ve nihayet bin yıl önceki olayları tedrici olarak
algılatmak ve kavratmak gerekir.
Zaman göreceli bir kavramdır. Kişinin
yaşantısına, durumuna, yaşına göre farklı anlamlar ifade eder. Örneğin çok
acıkmış bir kimse için yemeğin gelmesini 5 dakika beklemek çok uzun bir zaman
olduğu hâlde uçağa yetişmek için koşan bir kimse için 10 dakika çok kısa bir
zamandır.
Uzaklık, yakınlık, derinlik, genişlik
algısı ve kavramı
Uzaklık,
gözün gelişimi ve deneyimlerle ilgilidir. Bir cismin ne kadar uzakta
olduğunu tayin ve tahmin etmek için perspektif görüşünün gelişmesi gerekir. Bu
da çocuğun takvim yaşına bağlı olarak olgunlaşmasına bağlıdır.
Okula yeni başlayan öğrenciler, göz
gelişimleri gereği uzağı yakından daha iyi görür. Yakınındaki eşyaların
uzaklığını tahminde daha zorluk çeker. Bu sebeple çocuklarda boyut ve derinlik
algısı ve kavramı zayıftır. Eşyaları üç boyutu ile değil iki boyutu ile çizer.
Evin içindeki insanları, eşyaları bir yüzey alanı gibi çizer. Çocuk
resimlerinde derinlik yoktur.
Derinlik kavramı,
eşyanın niteliklerini tanıdıkça gelişir. Perspektif, uzaklık, yakınlık,
derinlik kavramlarından sonra oluşur.
Bu kavramlar, bir cismin bize veya başka
bir cisme uzaklığını “Ne kadar uzak?”, “Kaç adım?” gibi sorulara verilecek
tahmini cevaplar ve bu cevapların gözlenmesiyle kazandırılmaya başlanır.
Zaman, uzaklık, yakınlık vb. kavramlar
birbirleriyle ilgilidir ve birinin kazandırılması diğerinin kazandırılmasında
rol oynar.
Bu kavramların kazanılmasına ait bir sıra
tayin etmek gerekirse en somut olandan işe başlanmalıdır.
Sayı algısı ve kavramı [11]
Saymak, bir kümede aynı birimden birden
fazla çoğunluğun aritmetiksel bir adla ifade edilmesidir. Aritmetik olarak
yokluk veya hiçlik sıfırdır. Masanın üzerinde hiç kalem yoksa “Masanın üstünde sıfır kalem var.”
demektir. Masanın üstüne 1 kalem konduğunda, masada bir kalem, iki tane konduğunda
ise iki kalem olur. Bu kalemlerin çokluğunu ardışık olarak artırırsak sayılar
sıra ile sayılmış olur. Oysa sayı, sıfırdan başlayarak sonsuzluğa kadar devam
eden çokluktur. Örneğin, aşağıdaki
göstergeyi inceleyelim:
Buna göre örneğin 5 algısı, 10 kalem
arasından 5’ini alması veya bu göstergede bu sayının gösterilmesi gibi etkinliklerle
oluşur. Bu durumda, 5’ten önceki ve sonraki sayılar veya çokluklar düşünülmez.
Zira 5, belirli bir çokluğun adıdır.
Sayı algısı ve kavramı, varlıkların az
veya çok oluşlarındaki ilişkisinin kurdurulmasıyla kazandırılır. Bu itibarla, az - çok karşılaştırmasından
hareket edilmelidir.
Öğrencilerin birden başlayarak verilen
bir sayıya kadar saymaları, onlarda sayı kavramının oluştuğu anlamına gelmez.
Sayı kavramının kazanılması, matematik anlamda sayılar arasındaki ilişkiyi
kavramakla olur.
Çevrede bulanan kitap, defter, ceviz,
kalem gibi sayılabilir varlıkların önce az veya çok oluşları karşılaştırılır.
Sonra “Kaç tane defter var? Kaç tane
kalem var?” gibi sorularla eşyalar saydırılır. Bunlardan üç tanesini veya beş
tanesini ayırmaları istenir. Belirli sayıdaki fasulyeler içinde kaç tane l
fasulye olduğu, l' in 2' den kaç tane az olduğu, 2'nin 1'den ne kadar fazla
olduğu üzerinde durulur ve böylece sayılar arasındaki azlık çokluk ilişkisi
kavratılır. Eşyalarla çalışmaya ağırlık verilebilir.
Sayı gerçekte, soyut bir kavramdır. Bu
kavram, somut nesneler kullanılarak kazandırılır.
Örneğin
“üç” sayı olarak soyuttur. Bu sayıyı algılatmak için sandalye,
kalem, defter, kitap gibi nesnelerin çokluğundan yararlanılır. Yalnız
başına “üç” hiç bir anlam taşımaz. Ancak “üç elma” denildiğinde elma kümesinin
içinde kaç tane 1 eleman olduğunu yani çokluğunu anlatmış oluruz. Bir anlamda
sayılar sıfat tamlamaları ile birlikte tekrarlarla kazandırılmalıdır: beş
kalem, iki defter vs. Bu tekrarlarla çocuk, “üç”ü; kuzu, horoz, köpek, kitap, sıra, yaprak gibi nesnelerden ayırır/soyutlar.
Matematik bir ifade ile “üç” ortak paranteze alınır. Bu da belirlenen
özelliğin nesnesinden zihinsel seviyede ayrılması demektir. Bu soyutlama işlemi
çokluk ifade eden sayı adı ile o adın işaret ettiği nesnenin birbirinden ayrı
düşünülmesiyle gerçekleşir. Yukarıdaki örneklerde “üç” veya bunun gibi kırmızı,
sarı, büyük, küçük, az, çok gibi özellikler, ancak bir nesne ile birlikte
olduğu takdirde anlam ifade eder. Bunların tek başlarına bir anlam ifade edebilmesi
için bu özellikleri nesnenin kendisinden ayrı düşünebilme olgunluk ve tecrübesine
ulaşmak gerekir.
Gerek sayı ve gerekse bundan sonra
gösterilen algılar ve kavramların kazanılması, kesin olarak çocuğun yaşıyla
değil olgunlaşmasıyla ve tecrübeleriyle ilgilidir. Soyut olan bu algılar
yaşatılmadan ve çocuğun belli bir olgunluğa gelmeden kazandırmak mümkün
değildir. Öğrenci, bugün yapamadığı bir işlemi, bir ay sonra yapabilecek düzeye
gelebilir. Bu nedenle onların olgunlaşmaları dikkate alarak çeşitli yaşantılar
kazandırılmalıdır.
Özellikle matematik derslerini
öğrencilerin sevmediği ileri sürülür. Bunun sebebi, uygun yöntem
kullanılmaması, motivasyon kazandırılmaması, yeteri kadar olgunluğa ulaşmadan
başaramayacağı problemler çözmelerine zorlanması ile ilgilidir.
Yükseklik algısı
Cisimlerin boyu, bunların retina tabakası
üzerinde bıraktığı izlere göre algılanır ve kavranır. Retina tabakası üzerine
düşen cismin boyu daha önceden uzunlukları veya kısalıkları hakkında bilgi
sahibi olduğumuz varlıklarla karşılaştırılır. Yeni uyarıcı hakkında eskilere
göre hüküm verilir.
İki nesneyi yan yana gördüğümüzde bunları
birbirlerine göre uzun veya kısa olarak ayırırız. Ancak bir tek nesnenin boyu
hakkında yalnız başına uzun veya kısa diye bir şey söyleyemeyiz. Bir kimsenin
boyunun uzun veya kısa olduğunu söylemek bile en azından toplumun ortalama
boyu ile karşılaştırma yapılması veya içinde bulunduğu gruptaki bireylerle
karşılaştırılması sonucu söylenebilir.
Boy kavramının gelişmesi için kapı ile
pencerenin, kalem ile silginin, minare ile elektrik direğinin uzunluğunun vb.
karşılaştırılması gerekir.
İyi, güzel, var, yok gibi kavramlarla renk
kavramlarının kazandırılmasında da yukarıdakilere benzer çalışmalar yapılmalıdır.
Tahmin algısı
Tahmin,
soyut veya somut bir şeyin çokluğu, uzaklığı, kısalığı, bir aritmetik işleminin
sonucu vs. hakkında o şeyin ifade ettiği birim cinsinden gerçek ölçeğine en
yakın olabilecek birim çokluğunu algılayabilmek ve kavrayabilmektir. Örneğin
bir nesnenin diğer bir nesneye göre uzaklığı, uzunluğu, derinliği cm veya m
birimi ile tahmin edilebilir. Bir yerden başka bir yere gitmek için geçecek
süre saat veya dakika cinsinden tahmin edilir. Aşağıdaki aritmetik işleminin
sonucunu tahmin ediniz: (Kesin olarak işlemi yapmayınız.)
2+5+8-4+7-2+5:3x2=
?
Öğrencilerin
sınıf seviyesine göre tahmin algısını geliştirmek için örnekler:
- Masanın üzerinde
kaç kalem var? Tahmin ediniz.
- Buradan evinize kaç dakikada gidebilirsiniz?
-
Dershanenin eni kaç metredir? Sonra ölçülür.
-
Seviyeye göre toplama, çıkarma, çarpma ve bölme işlemi verilir ve sonucun
tahmin edilmesi istenir. Sonra işlem yapılarak kontrol edilir.
Algılamaya genel
bakış
Yukarıda
gösterilen algılama türleri, her durumda yalnız başına soyuttur ve tek başına bir
anlam ifade etmez. Örneğin 500 sayısı az mıdır, çok mudur? 5 katlı bir bina
yüksek midir, alçak mıdır? 4 metre derinliğindeki kuyu derin midir, değil
midir?
Soyut
olan bu kavramların bir mana ifade etmesi için başka bir benzeri ile
karşılaştırmak gerekir. 500 lira, aylık geliri 400 lira olan için çok, 4 000
lira olan için azdır. 5 katlı bina 10 katlı binaya göre alçaktır.
Tasavvur ve tasarlamak
Tasavvur, daha önce görülen
nesnelerin ve anlamlandırılan duyumların ya tek tek ya da birleşik olarak
gözümüzde canlandırılmasıdır. Bu nedenle tasavvur etmek istemli (iradeli) olarak yapılan zihinsel
etkinliktir. Algılama ise istemli veya istemsiz elde edilebilir. Bilinçsiz elde
edilen algılar tesadüfen veya başka bir işle meşgul olunurken çevreden alınan
uyarıcılarla kısmî olarak oluşur. Elde edilen algılar, ister istemli isterse
tesadüfen yani kısmî edinilmiş olsun hafızada bilinç düzeyinde yer alır.
Bunlardan istemli elde edilenler hafızada daha uzun süre kalıcı olduğu ve
kalıcı olduğu süre içinde edinildiği ilk zamankine benzer bir düzeyde
hatırlanır. Tesadüfen elde edilen algılar ise daha zayıf düzeyde hatırlanır ve
daha kısa sürede unutulur.
Tasavvur, algılamanın bir
sonucudur. Algılanamayan şeyler tasavvur edilemez. Buna göre, anlamlandırılan
şeyler tasavvur edilebilir.
Tasavvur, (Arkın, 1952) dar anlamda algıların
zihinde bıraktığı izler; zihnimizdeki suretler, hayaller. Eğitimde: tasarım
hâli, bilgi olgusu; önceki bir algının tekrar hatırlanması. Tasarım, çoğu zaman
algı kadar kuvveli olmaz. Bir insanın yüzünü görmek başka, yüzünü tasavvur etmek
başkadır. Görülen bir kimsenin yüzü veya bütünüyle görünüşünü göz önüne getirilebilir.
Tasavvur, nesnenin çeşitli
özelliklerinin duyu organlarımız aracıyla alınarak zihnimizde bıraktığı izi
veya tasviridir (resmidir). Tasavvur,
bir nesne görülerek, tadılarak, dokunularak,
koklanarak, sesi duyularak elde
edilen algıya bağlı olarak o şeyin zihinde canlandırılmasıdır. Bir şeyi
tasavvur etmek için, soyut veya somut olsun varlığından haberdar olmak
gerekir.
Tasarım, tasavvura bağlı olarak elde edilmiş çeşitli birikimlerden
birbirini destekleyenlerin ve yakın olanların, örneklerin vs. plânlanması
gibidir. Bu basamakta, kişi sadece kendi birikimlerini hatırlar veya göz önüne
alır.
Tasarım
Tasarım, bir işin nasıl yapılacağını, usulünü, sırasını, biçimini,
rengini vs. daha önce elde edilmiş algıları birleştirerek veya değiştirerek
yeniden düzenlemek olarak tanımlanabilir. Bu yönüyle tasarım, bir işin veya
düzenleyeceğimiz bir oluşumun nasıl yapılacağını önceki tecrübeleri de
kullanarak yeni ve farklı bir sonuca varmaktır.
Tasarım, örneğin irticalen yapılacak bir konuşma veya belirli bir konuda
yazma için mevcut birikimleri bir araya getirmek, birleştirmek kısaca zihinden
bir plân yapmaktır. Başka bir söyleyişle tasarım, “Bu konuda neler söyleyebilirim? Hangi kitapları karıştırmalıyım? Söze
nasıl başlamalıyım ve bitirmeliyim? Ne gibi örnekler vermeliyim?” gibi
soruların cevabını aramaktır. Bir konuda konuşmaya veya yazmaya ilişkin
tasarım, mevcut birikimleri kontrol etmek ve göz önüne dökmektir.
Tasavvur ettirmek de bir nevi algı operasyonudur. Buna göre yürütülen
algı operasyonu dinleyicinin algısında konuşanın ileri sürdüğü algı düzenlemesi
gelir.
Algı ve
öğretme
Öğretmek, öğrencide yeni algılar ve anlamlar oluşturmak demektir.
Öğrenmek ise bu algıları kabul etmek ya da benimsemektir.[12] Bu
yönüyle öğretme, öğrencide yeni anlamlar kazandırmaktır. Bilgi ise esasen bu
anlamlardan ibarettir. Zira bir konu hakkında bilgi sahibi olmak, o konuya
ilişkin bir veya birçok yönden yeni algılara ve manalara sahip olmak demektir.
Buna göre öğrenme algılama ve anlamlandırma düzeyine oluşur. Algılanamayan
şeyler öğrenilemez. Hatta algılayamadığımız şeylere, olaylara, oluşumlara bir
mana verilemediği takdirde insan zihninde üç türlü davranış belirir:
a. Korkma,
ürkme, ürperme, çekinme, kaçma, şaşkınlık tepkileri: Anlamı, mahiyeti veya sebebi ya da
sonucu bilinmeyen şeylerden korkulur ve çekinilir. Örneğin, ilk defa gök gürültüsünü
işiten bebek; ağlar, elleri ve ayakları ile tepki gösterir, kısaca korkar. Soru
şudur: Acaba bebek, sesin şiddetinden mi yoksa onun ne olduğunu anlayamamasından
dolayı mı tepki gösterir? İlk insanların doğa olaylarından korkmaları ile
günümüz insanının doğadan korkmasına karşı gösterdiği tepki aynı mıdır? Bir
köpek görüldüğünde kaçma ve korkma tepkisi köpeğin kendisine mi yoksa onun
bizde daha önce oluşmuş olan manaya mıdır? Bu kitap çerçevesinde izah edilen
bütün açıklamalara göre korku, daha önce algılanmamış (manalandırılmamış) şeylerin bizzat kendisine karşı değil, bilinmeyen, bu nedenle de anlaşılmamış olan
manasına yapılan bir tepkidir. Kısaca bir şeyin kendisine değil onun bizde
bıraktığı anlamlılığına veya anlamsızlığına karşı tepki gösterilir. Anlamlılığa
olan tepki yaklaşma, sevme, ilgi duyma ile gerçekleştiği hâlde anlamsızlığa
olan tepki korkma, uzaklaşma; yahut korkarak yaklaşma veya onu olağanüstü güç
şeklinde kabul etme şeklinde de tezahür edebilir.
Örneğin; sosyolojik olarak insanlar Ay’a, Güneş’e veya bazı hayvanlara[13],
totemlere, putlara vs. niçin tapınmıştır? Sunaklarda insanlar veya hayvanlar
tanrıları adına niçin kurban edilmiştir? [14]
İnsanlar, anlamını bilemedikleri şeylerin kendilerine bir kötülük
getireceğine ve bu nedenle de korktuklarından, bu korkularından ve bunun
kötülüklerinden kurtulmak için çare aramıştır. İşte bu çarelerden biri de
anlamlandıramadıkları korktuklarının sempatisini, iyiliğini görmek, ona
yaklaşmak, kendilerini kötülüklerinden uzaklaştırmak istemişlerdir.
Bireysel olarak bir kimse anlamını bilemediği korkudan kurtulmak için
korkusunu başka yöne yöneltir. “Karanlıkta
ıslık çalmak” deyimi bunun için söylenmiştir. Bunun gibi kendi kendine “Yok canım! Korkacak ne var ki …” gibi
kendi kendine telkinlerde bulunur. Yahut aşağıda açıklanacağı gibi korkunun
veya bilinmezliğin üstüne gidilir, anlaşılmaya çalışılır.
Anlamlandırılamayan şeylere karşı her zaman aynı derecede tepki
göstermeyiz. Başlıkta da görüldüğü gibi onun bizde daha önceden oluşmuş
manasına ve buna bağlı olarak beklentiye göre ürkme/sakınma, çekinme,
kaçma/uzaklaşma tepkileri gösterilir. Aslında bir dağ başında da olsa karşımıza
çıkan bir kurttan korkmayız. Kaçma ve korkma tepkimiz, bizzat onun kendisine
değil, onun bize saldıracağına ve bizi yaralayacağına veya öldüreceğine
verdiğimiz anlamdan dolayı kaçarız. Öyle olmasaydı, örneğin ölü bir kurttan da
korkmak gerekirdi.
b. Üzerinde
durmama, kayda değer görmeme, umursamama ve ilgisizlik tepkisizlik (durağanlık): Bilinemeyen veya anlaşılmayan bir
nesne, olay veya benzeri bir şeyle karşılaşıldığında bazı kişiler buna karşı
ilgisiz ve kayıtsız kalır. Bunlarla ilgilenmezler ve kayda değer görmez. Bu
tepkisizlik, öğrenim etkinliklerinde motivasyonsuzlukla da izah edilebilir.
Umursamama, lâkayt kalma, değerli veya anlamlı bulmama şeklinde de
görülür.
c. Bu şeyin ne
olduğu araştırılır, ona karşı ilgi duyulur, merak, bilme ve anlama isteği oraya
çıkar: Anlamı,
mahiyeti ve sebebi yahut sonucun ne olacağı bilinmeyen yani anlaşılmayan
durumlara karşı bazı kimseler o konuyu araştırmaya, irdelemeye, sebebin ne
olduğunu bulmaya doğru merak ve motivasyon ortaya koyarlar. Başka bir söyleyişle
bilinmezliğin veya anlaşılmazlığın üstüne gidilerek bilinir ve anlaşılır hâle getirilmesine
çalışılır. Bilim, insanların bilmedikleri ve anlamadıkları şeyleri bilmeye ve
anlamaya başlamaları ile ortaya çıkmıştır. Olayın üstüne gitmek, ona yakından bakmak,
gözlemek, incelemek neticesi itibarı ile onu anlamak için yapılır. Bu
çalışmalar sona erdiğinde yani bilinmezlik ve anlamsızlık bilinir ve anlaşılır
hâle geldiğinde insanlar bundan yararlanma yoluna gider.
Yalnız dille ilgili değil içgüdüler ve refleksler hariç bütün bilişsel,
duyuşsal ve bedensel davranışlar sonradan edinilir veya öğrenilir.
Aslında eğitim-öğretim denilen etkinlikler bir algı operasyonu ile
gerçekleşir. Yani eğitim-öğretim algılama ile oluşur.
Çocuk, ailesinden okulda öğreneceği bilgilere kısmen sahip olsa da genel
olarak ders konuları bakımından boş ya da yeterli olmayan bir algıyla okula
başlar.[15]
Başka bir münasebetle de, refleks ve içgüdüler hariç, başta dil olmak
üzere bütün yeteneklerin doğuştan sonra kullanılmaya başlandığı ve
doldurulduğuna temas edilmişti. Ayrıca dilin bebeklikten itibaren işitme
duyusuna bağlı olarak tedrici olarak edinildiği de belirtilmişti. Yani dile
ilişkin isimler, kavramlar, dilin yapısal ve anlamsal unsurları vs. algıda
oluşur. Algıda oluşan bu unsurlar hafızada saklanır.
Algı düzenlemesi
ve genişlemesi iki yolla olabilir:
Bir algı olarak yukarıda açıklanan ikna konusunda olduğu gibi geneli
itibarı ile öğrenme de aynı şekilde iki yönlü oluşur. Bu yönden bakılırsa algı
ya da öğrenme bir anlamda kişinin ikna edilmesi, söylenenin ya da okunanın
kabul edilmesinin ya da ettirilmesinin sonucudur. Bu nedenle konuyu biraz daha
vuzuha kavuşturalım.
a. Başkalarının etkisi
(dış müdahale, operasyon, motivasyon)
Doğumdan hemen sonra nesnelerden ya da seslerden alınmaya başlayan görme,
işitme, tatma ve dokunma duyumları giderek algılama düzeyinde bir anlam
oluşturarak hafızaya gönderilir. Bu algılar, ancak aile çevresinden edindiği duyumlarla
ve izlenimlerle sınırlıdır. Oysa dış dünyada mevcut olan bilinen veya bilinmeyen
sınırsız uyarımlar ve bilgiler vardır. Okul, kendi programı çerçevesinde yeni
algılar ve bilgiler kazandırır. Bu açıdan bakıldığında öğrenme ve öğretme, esasen bir algılamadan ve algılatmadan başka
bir şey değildir. Yani algılanan tek tek veya birleşik bütün duyumlar bilgiyi,
tecrübeyi, alışkanlıkları oluşturur.
Bazı algılar, duyum düzeyinde bir defa muhatap olunduğunda kazanılır veya
öğrenilir, bazıları birden fazla tekrar yapmayı gerektirir. Örneğin bir kimse
bir konuyu bir defa okuduğunda, başka biri iki-üç defa okuduğunda algılayabilir
veya anlayabilir. Bu anlamda algılama yani öğrenme işitmeyle de ilgilidir. Bir
kimse bir konuyu öğretmeninden sadece dinleyerek öğrenir ve anlar. Başka biri,
örneğin ders kitabını tekrar okuyarak öğrenir yani anlar. Kısaca öğrenme
algılama yani anlamadır. Böylece öğrencinin duyumlarına müdahale edilerek
yönlendirilir ve öğrenmesi sağlanır.
Bu yönüyle eğitim, çocuğun, bebeklikten itibaren bir takım davranış
kalıpları edinmesi ile ilgilidir. Bkz.
Eğitim ve öğretim konusu.
Başta okuma-yazma olmak üzere tarih, coğrafya ve diğer derslerle ilgili
konular çeşitli yöntemlerle algı üzerinde öğretilir.
Çocuğun karakteri, ahlakî değerleri, dinî inancı, duygusal (hissî)
davranışları da yine çevresinden aldığı duyumların ve uyarıcıların algı
yeteneğinde oluşur ve gelişir.
Büyüklerin doğru algılatmaları ya da doğru örnekleri, çocuğun, genelinde
doğru davranışlar, özelinde ise doğru konuşma ve dil alışkanlıkları edinmesini
sağlar.
Kısaca öğretme, bir kimsenin bir başka kimse üzerinde yaptığı bir
operasyondur. Buna göre, daha önce de söylendiği gibi doğuşta boş olan algı,
hafıza, düşünme, dil yetenekleri ve bunlara bağlı olarak çeşitli konulara
ilişkin bilgiler bu yeteneklerin doldurulmasıyla elde ettirilir. Esasen kelime anlamıyla
da “öğretmek, başkasına bir konuda bilgi
öğretmek yani onun algısı üzerinde bir operasyon yapmak” demektir. Bu
cümleden olmak üzere aşağıdaki örneği verebiliriz.
Öğretim yönünden anlamanın
başlangıç olarak hareket noktası, dikkatin seçiciliğinden hareketle
izlenimlerin ve duyumların algı üzerinde yaptığı etkidir. Bu izahat, dil bakımından
yapılacak olunursa ders kitabındaki bir metinde geçen “Bir kulukula, suyun içinde hiçte acele etmeden yüzüyordu.”
cümlesindeki “kulukula”[16]
sözünün anlamı ve elde edilen anlamın kullanımı öğretilmek isteniyorsa; “Bu kelimenin anlamını bulmaya çalışınız.”
veya “Bu kelime ile ne anlatılmak istenmektedir?” ”[17] gibi sorular sorularak bir uyarım (motivasyon) elde etmeleri
sağlanır. Birçok öğrenciden bu soruların
cevabı alınır.[18]
Cümle tahtaya yazılır (görsel duyum) ,
kelimenin altı çizilir veya renkli yazılır (dikkat
toplanır), öğretmen kelimeyi söyler, öğrenciler tekrar eder. Kelimenin
işaret ettiği varsa nesne, yoksa resmi gösterilir veya tahtaya çizilir. Bu
nesnenin özellikleri (rengi, biçimi, ne
yediği vs.) üzerinde durulur. Renkli yazılan “kulukula” kelimesi okunur/söylenir (telâffuz), sonra defterlerine
yazdırılır (imlâ).[19] Böylece bir sözcüğün yazılışı,
okunuşu, imlâsı ve anlamı birbirine ardışık işlemlerle öğretilir. Bu uygulama
az-çok benzerlikle ikinci dil öğretiminde de uygulanır.
b. Kişinin kendi
merak ve ilgisi
Çocuk, yaşı ilerledikçe, tecrübeler ve
deneyimler kazandıkça, kitaplar okudukça algı düzeyi yani bilgisi genişler, derinleşir
ve yoğunlaşır. Kendini inandırmak veya ikna etmek olarak ifade edilebilir.
“Kendi söyler, kendi inanır.” veya “sabahleyin bir yalan söyler, akşam kendi
inanır.” sözleri bunun için söylenmiştir.
Bunun yanında içinde bulunduğu kötü bir durumu, başkasının içinde
bulunduğu kötü bir durumla karşılaştırarak huzur bulmaya çalışır. Kendi kendine
oluşturduğu “iyimserlik” de buna bir örnektir.
Bu anlamda kişinin kendi üzerinde yaptığı
operasyonun bir örneği de “kendine inanmak, kendine güvenmek, kısaca “Ben, bunu
yapabilirim.” demesiyle de ilgilidir.
Öğretim yönünden
ise daha önce söylendiği gibi kişinin kendi kendini motive etmesi ve konuya
karşı ilgi duyması, bazı hallerde mecbur olduğunu hissetmesi bu yönden
önemlidir.
Öğrenme:
Yeteneklerden biri de öğrenebilme yeteneğidir. Bu konu üzerinde ayrıntılı
olarak durulacaktır.
Algı ve öğrenme
Öğrenme
konusu üzerinde ayrıntılı olarak durulmuş olmakla birlikte burada algı ile olan
ilişkisi üzerinde kısaca durmak yararlı olacaktır.
Öğrenme,
bir bilgi, gözlem veya tecrübe gibi dış dünyada var olan uyaranların aslına ve
esasına uygun olarak algılanmasıdır. Algılanamayan hiçbir şey öğrenilemez.
Çünkü okunan bir yazının anlaşılabilmesi için yazarın anlatmak istediği gibi
algılanması, anlaşılması gerekir. Bu gerçekleşmediği takdirde öğrenme
gerçekleşmez.
Öğrenme,
işitsel ve görsel duyumlarla yahut tecrübelerden elde edilen sonuçlarla
gerçekleşir. Görsel ve işitsel duyumlar (dinleme ve okuma), bazı kimselerde bir
defa bazı kimselerde ise birden fazla tekrar etmeyi gerektirir. Bazı kimseler,
tecrübelerinden elde ettiği sonuçlarla öğrenir. Deneyler, gözlemler, geziler ve
incelemeler de bilgi öğrenme kaynaklarıdır. Hangi durumda olursa olsun,
öğrenmenin gerçekleşmesi için yapılan tekrarlarla öğrenme eşiğinin geçilmesi
gerekir. Tecrübelere dayanan öğrenmelerde bir kimse kendine bir sonuç çıkarmayabilir.
Bu nedenle bazı tecrübeler de birden fazla tekrar edebilir.
Öğrenme eşiği,
tıpkı duyum eşiğinde olduğu gibi öğrenmenin gerçekleşmesi için örneğin kaçıncı
tekrardan sonra algıladığı bilgiyi kendi sözcükleriyle söyleyebildiği durum,
öğrenme eşiğidir. Öğrenme eşiğini geçmek, bir bilgiyi anlaşılmış veya
algılanmış demektir. Öğretmenler, anne ve babalar çocuğun öğrenmede tekrar
durumunu izlemelidir.
Ezber,
öğrenmeden farklıdır. Ezberlemede algı, daha ziyade duygusal düzeydedir. Bir
lirik veya heyecan veren kahramanlık şiiri algılanan duyumlara bağlı olarak yer
alır ve hafızada aynen korunur. Yeri geldiğinde ise okunur. Bilgi ezberlenmesi
de aynen böyle gerçekleşir.
[1] Eski Yunan şehir
devletçiliklerinden birinde hırsızlık yapmanın suç olmadığı, ancak yakalanmamak
kaydıyla.
İslâmiyet’i
kabul etmeden önce Türklerde ahlâk esasları: Öbür
dünyada ikinci bir hayatın varlığına, burada iyilik ve kötülüğün karşılığının
verileceğine inanıyorlardı. Ahlâk anlayışı, özde-sözde ve davranışlarda
doğruluktu. Yalan yere yemin etmek, başkalarını aldatmak, yermek hoş
görülmezdi.
Zerdüşlük: İyi düşünce, iyi söz, iyi iş. (iyiden maksat
doğru)
Budizm: Yasaklananlar: öldürmek, çalmak,
zina, yalan, sarhoşluk veren şeyler. Beklentiler: iyilik, hoşgörü,
kötülüklerden uzak kalma.
Caynizm: Öldürme, yalan, hırsızlık,
şehvete ve maddiyata düşkünlük kötülenir.
Cayna ahlâkı üç temel ilkeye dayanır. Doğru görüş Doğru
bilgi, Doğru davranış.
Konfiçyüsçülük:
Mükemmel erdem: ağırbaşlılık, cömertlik, samimiyet, doğruluk ve nezaket. Üstün
insanlar doğruluğu, alçak insanlar ise menfaatlerini düşünürler.
Sihizm: insanların eşit olduğunu kabul eder.
Taoizm:
Kötülüğe karşı iyilikle karşılık vermektir.
Yahudilik:
Hz. Musa ve On Emir’de ahlâki normlar: Anne ve babana hürmet edeceksin.
Öldürmeyeceksin. Zina yapmayacaksın.
Çalmayacaksın. Yalan yere şahitlik yapmayacaksın. Hiç kimsenin evine-barkına
göz dikmeyeceksin.
[4] Bencillik, içgüdüsel bir tutumdur. Hayvanların her
türünde bencillik aşırı derecede vardır. Hayvanlar paylaşmayı, acımayı, gülmeyi
bilmez.
[5] Genel olarak ailede tek çocuk olarak
yetişenler bencil ikinci çocuk kıskanç olur.
[6] Tek çocuklu ailelerde çocuğun daha bencil olduğu
görülür. Bunun sebebi “sen” yani başka birinin de olduğu daha geç algılansa da
bencillik devam eder veya daha geç sosyalleşir yani elcilleşir.
[7] Bu oyunlar ve ilişkiler sırasında kurallara uymak,
doğru söylemek, mızıkçılık yapmamak gibi ahlak kurallarını hayatına geçirmeye
başlaması beklenir. Okulda veya yetişkinler yahut oyun arkadaşlarının uyarması
ile kurallara uyması zorlanır veya yönlendirilir.
[8] Sevme ve sevilme duyguları hayvanlarda da görülür.
Anne olan örneğin bir kedi, aslan yavrusuna sevgisini ve şefkatini onu
yalayarak, kendince okşayarak gösterir. Yavru da ona sokularak sevildiğini
anlatmaya çalışılır.
[10] Öğrenciler genel olarak tarih ve matematik dersini
sevmez. Tarih dersinin sevilmemesinin en önemli sebebi coğrafyanın
bilinmemesindendir. bunun yanında bazı öğretmenlerin sınavlarda kronolojik
tarih soruları sormasıdır. Eğer zaman kavramı gelişmemişse öğrenci bu tarihleri
de öğrenmekte zorluk çeker. Bu nedenle öğrencilerde zaman kavramının gelişmesi
de önemlidir. Bu nedenle dershanede zaman ve tarih şeritleri kullanılmalıdır.
Matematik dersinin sevilmemesinin en önemli nedeni ise öğrencilerin sayılar arasında
dört işleme bağlı olarak sayılar arasındaki ilişkiyi doğru öğrenip
öğrenmemeleri ile ilgilidir.
[11] Not: Sayma ile sayı kavramını kazandırma
karıştırılmamalıdır. Birçok veli, daha iki-üç yaşındaki çocuklara 1,2,3..
saymasını öğretir. Bu tür sayma, onda sayı kavramının oluştuğu anlamına gelmez.
Bu durum, algılamaya ve kavramaya ilişkin olmayan ezberlenmiş bir durumdur.
[12] Bkz. Sözlük: öğrenme kuramları. Öğrenmeyi bir veya iki kurama izah etmek hem doğru değil hem de mümkün
değildir. Değişik konuların veya durumların öğretimi ona en uygun olan kuram
veya kuramlarla sağlanabilir. Bu nedenle çoklu veya eklektik bir kuram
bütünlüğünden söz etmek daha gerçekçi olabilir. Çünkü her kuramın
eleştirilecek, kabul edilemeyecek çeşitli yönleri de olabilir. Bu da hatırdan
çıkarılmamalıdır.
[13] Türklerde olduğu
gibi bazı toplumlarda da bazı hayvanlar sembolik olarak kutsal gibi kabul
edilmiştir. Örneğin Türkler, bozkurdu efsanelerinde önemli bir figür olarak
addetmiştir. Bunu tapınmakla karıştırmamak gerekir.
[14] İslâmiyet’teki “hayvan kurban etme” yukarıda
açıklanandan farklı bir konumdadır. Yukarıda açıklandığı gibi sunaklarda insan
ve hayvan kurban etmeyi insanlar kendileri uydurduğu ve uydurduklarına
inandıkları için yapmışlar, Müslümanlar ise Allah emri olduğu için kurban
kesmektedirler.
[15] Örneğin okula
başlayan çocuk, öğretilmemişse 1453 yılının,
H2O formülünü, hepsinden önemlisi okumayı ve yazmayı bilmez.
[16] Bu kelime;
telâffuz, imlâ ve anlam bakımından çocuğun hafızasında ve algısında mevcut
değildir. Okuyucuya not: Bu açıklamalar ışığında “kulukula” ne demektir?
Tartışınız.
[17] Bu nesne suda
olduğuna veya yüzdüğüne göre; ördek, kaz, kuğu veya suyun akışına kapılmış bir
odun veya kâğıt parçası olabilir.
[19] Okuma-yazma öğretiminde öğrencilere sıra ile
söyletilir, tahtaya yazdırıldıktan sonra da defterlerine yazdırılır, yazdıkları
okutturulur.
Yorumlar
Yorum Gönder