Ana içeriğe atla

s. 44-66 Algı, ahlâk ve din

 ZEKÂ KURAMLARININ ELEŞTİRİSİ VE KÜRESEL ZEKÂ KURAMI
s. 44-66    Algı, ahlâk ve din
Ahlak, insanlık âleminin umumileştirdiği ve meşrulaştırdığı olumlu ve olumsuz kurallarının bütünüdür. Bu yönüyle ahlak evrensel bir takım kuralları ifade eder. Hangi dine inanırsa inansın veya hiçbir dine inanca sahip olmasın herkesin bu kurallara uyması ve yaşaması gerekir.
Ahlakî değerler olumlu ve olumsuz olmak üzere karşıtıyla ölçülür. Örneğin doğru söylemek-yalan söylemek, hırsızlık yapmak-alın teriyle kazanmak, öldürmek-yaşatmak, rüşvet vererek menfaat sağlamak-hakkında razı olmak, çevreyi kirletmek-çevreyi temiz tutmak, merhamet etmek-zulüm etmek, … gibi. Bu nedenle ahlakı bir dine veya inanca hasretmek doğru olmaz. Zira bu gibi değerler bir inanca göre var da öteki itanca göre yok demek değildir. Bu açıdan bakıldığında ahlakî değerler, din değerleri olarak düşünülmemelidir. Din bir takım inanç ve ibadetler manzumesidir ve ahlakî değerleri tasvip eder ve benimser ve yaşanmasını ister. Ahlakî değerleri benimsemeyen ve tasvip etmeyen bir dinden ve inançtan söz edemeyiz.[1] Dinî inancın ibadet ve inanç esaslarına uymak bu dünya hayatı bakımından bir suç teşkil etmemesine karşın, ahlâkî değerlere uymamak her toplumda ve inançta suçun önemine göre toplumsal kınadan ve ayıplamadan başlayarak hapse kadar çeşitli cezaları vardır. Bu açıdan bakıldığında laiklik yani herkesin kendi inancını yaşaması örneğin İslâm dininin kutsal kitabında, “senin dinin sana, benim dinim bana” sözüyle formüle edilmiştir. Başka bir söyleyişle din bireyseldir ahlak ise toplumsaldır.
Ayrıca din insanın iç dünyasını oluştururken ahlak insanın davranışlarında görülür. Ancak bu davranışlar da iç dünyada oluşan değerlerin dış dünyaya yani davranışlara yansıması ile görülür. Din, inanç ve itikat ise insanın salt iç dünyasını oluşturmakla birlikte hemen hemen bütün dinlerdeki görünebilen ibadetler yine de bizzat bireyin kendini ilgilendirir.
Dinî akidelere de ahlâkî kurallara da uymanın bu dünyada bir karşılığı yani ödülü yoktur. Dinî akidelere uyanlar Allah”a veya inandıkları tanrıya karşı, ahlakî kurallara uyanlar ise topluma karşı görevlerini yapmış olur. Bununla birlikte hem ahlakî kurallara hem dinî akidelere uymayanların Ahret hayatında cezalandırılacakları veya ödüllendirilecekleri bildirilmiştir. Bu bildirim sevap-günah karşıtlığı ile ifade edilmiştir.
Hristiyan inancına göre insanların günahkâr olarak doğduğu inancına karşılık İslâm inancına göre insanlar, günahsız ve suçsuz (masum) olarak doğar. Dine ve ahlâka ilişkin bütün davranışlarını başta aile olmak üzere toplum içinde tanıştığı olumlu veya olumsuz örneklerle karşılaştıkça edinir.
Ahlak, öğretilmez yaşanır
Ahlak yaşanan örneklerle edinilir ve insan hayatında da uygulanır. Ahlâkî kurallara uymayanlar için “ahlaksız” sıfatı kullanılır.
Özellikle gayri ahlâkî yollardan zengin olmuş, refah içinde yaşayan insanlar, suçundan dolayı kanundan kaçma başarısı gösterenler, yalan yanlışla makam sahibi olanlar, rüşvetle işlerini yürütenler; aile içinde doğru eğitim almış olsa dahi gerçekte olumsuz olan bu davranışlar, olumlu davranışlar gibi algılanır ve özenti yaratır. Bu noktada ahlaksızlık umumileşirse âdeta meşru hâle gelir. Bu durum; toplum düzeni, toplumun ekonomik ve sosyal güvenliği bakımından ciddî sorunlara sebep olur.
İnsan zekâsı, her işin kolayını bulmaya çalışır. Olabildiğince kendini zorlamak ve yormak istemez. İnsan, daima zordan kaçınır, kolayı ister. Örneğin, insan zekâsı, esas itibarı ile çalışıp çabalayıp, para kazanma yerine daha kolay yollardan para kazanma isteğine daha elverişlidir. Hırsızlığın, yolsuzluğun, dolandırıcılığın temel psikolojisinde kolay kazanma isteği yatar. Yukarıda söylendiği gibi kötü örnekler çoğaldıkça bu gibi gayri ahlâki davranışlar da giderek yaygınlaşır. Gayri ahlâki davranışlar umumileşirse toplum tarafından meşru ve hoş görülmeye başlanır.
Gerek ahlâkî gerekse gayri ahlâkî davranışlar temelde ailede edinilmeye başlanır. Doğru örnekler genel olarak ahlâklı nesil yetişmesine katkı sağlar.
Ahlâk, toplumun inancı ve umumî kanaatlerine göre yaşamaktır. Bu nedenle ahlâk esas itibarı ile aile ortamında edilir. Okulda ahlâk öğretilse de, bu çabalar geneli itibarı ile yeteri kadar etkili olmaz.  Bir davranışa ya da ahlâka ilişkin kuralları bilmek ve söylemek başka, onu yaşamak ve genç neslin bu yaşama tarzını görerek algılaması ve benimsemesi başkadır. Eğer, çocukların bir topluma veya evrensel olan genel ahlâk kurallarına uygun olarak yetişmesi ve yaşamaları amaçlanıyorsa işe, aile ortamında başlanması gerekir. Aile içinde yaşanan ve çocuğun farkına vararak veya varmayarak edindiği (algıladığı) ahlâka ilişkin her unsur ayrı ayrı zamanlarda ve ayrı ayrı vesilelerle edindirilir. Yani ahlâka ilişkin normların tamamı bir çırpıda edindirilemez. Aile ortamı içinde, yakın çevreden işitilen ve yaşanan olaylar, anne-babanın kendi prensiplerinden söz etmesi vs. gibi fırsatlar ahlâk eğitimi için kıymetli fırsatlar hazırlar.
Din ve inanç, ahlâk üzerine kurulur. Temelinde ahl”ak olmayan hiçbir din ve inanç yoktur. Allah, Kur’ân’da Hz. Muhammed’e, “Seni güzel ahlâkı tamamlamak için gönderdim.” demiştir. Hz. Muhammed ise güzel ahlâkıyla toplumda doğruluk, dürüstlük, güzellik gibi ahlâkî normları hayata geçirmek için örnek olmuştur. Onun bu davranışları, öncesinde bozulan ahlâkî değerleri yeniden hayata geçirmiştir ve toplum tarafından beğeni ile algılanmıştır. Yalnız İslâm”ın değil bütün dinlerin temelinde ahlâk esastır.[2]
Ancak, ahlâk ile din birbirine karıştırılmamalıdır. Ahlâkî normlar din değildir ve dinî inanç ve ibadetlere dayanmaz. Ancak din,  ahlâkî normları da içerir. Ahlâk, bir takım normlardan (esaslardan, prensiplerden), din ise bir takım inanç ve ibadet esaslarından oluşur. İnanç ve ibadetler ahlâkî normlar üzerine kurulur. Hem ahlâk hem de din temel bir takım dogmalara yani tartışılamaz kurallara ve esaslara dayanır. Ahlâkî değerler evrensel olduğu halde dinî değerler, dine özgüdür. Bununla birlikte her dinde ve  inançta ahlâkî değerler vardır.
Esas itibarı ile ahlâk, bütün insanlığın ve buna bağlı olarak bütün din ve inançların ortak değerleridir.
Ahlâk ve din sadece bir takım kuralların öğretilmesi ile hayata geçirilemez. İnsan hayatını temelli olarak kuşatan ahlâk ve din, öncelikle aile ortamında yaşanır, yaşatılır ve yaşanır hale getirilir.[3] Bu gerçekleşmediği takdirde kuralları bilmenin hiçbir anlamı olmaz.  Sonuç itibarı ile ahlâk ve din doğru algılatmalarla yaşama geçirilir. Bir takım kuralları bilmek ahlâklı ve inançlı olmak anlamına gelmez.  Bunun en uygun yöntemi yetişkinlerin doğru örnek olması ve ahlâkî normlara uygun olarak yaşamasıdır. Kısaca, çocukların nasıl birer yetişkin olmaları isteniyorsa, yetişkinler öyle davranmalı ve düşünmelidir.   
Esas problem, din ve ahlak eğitiminin ne zaman ve nasıl öğretileceğidir.
İnsan, doğuşta masum kabul edilse bile –öyledir-, din ve ahlâka ilişkin doğuşla getirdiği bir değer veya başka bir şeş yoktur. Din ve ahlak aile ortamında edinilir.
Ahlak eğitimi çocuğun söylenenleri anlaması ile doğal olarak ve istemsiz olarak kazanılmaya başlanır ve kişiliğini bulduğu zamana kadar devam eder. Bu anlamda ahlâk eğitimi süreklilik gösterir. Rol model ise anne, baba ve diğer büyüklerdir. Gerek aile içindeki veya sohbetlerdeki toplantılarda dinlenilenler, örnek anlatımlar çocuk üzerinde etkili olur. çocuklara şöyle hareket et, böyle hareket et demek yerine büyüklerin davranışları çocuk tarafından istemsiz ve bilinç dışı olarak edinilir.
Din eğitimi ise çocuğun istemine bağlı olarak ailesinde gördüğü dinî ritüllerle bağlı olarak dine, Allah”a, peygambere ilişkin soru sorması ve ona verilecek cevapla başlar. Bunun için çocuğun belirli bir zihinsel olgunluğa ulaşması gerekir. Ahlak eğitiminde olduğu gibi din eğitiminde de rol model anne ve baba başta olmak üzere diğer büyükler etkili olur. Çocuğun belirli bir zihinsel olgunluktan sonra dine karşı olan duyguları beslenmeli ve inanılan dinin ritüellerine katılmaları sağlanmalıdır. Çok önceden dinî ritüellere katılmasını sağlamaya zorlamak doğru değildir. Böyle bir durumda zaman içinde inançları bakımından zihinsel yorgunluk, bıkkınlık ortaya çıkar. Belirli bir yaşa kadar anne-babanın isteklerine uygun olarak dinî ritüellerini yerine getirse de çoğu zaman çoğu insanlar ritüelleri terk ederler. Bu nedenle ebeveynin dikkatli davranması gerekir.

Ben, sen, o ve biz algısı
Yeni doğan bir bebek, ellerini ayaklarını oynatarak, başını sağa sola çevirerek; daha sonra parmağını emerek hatta ayağını ağzına doğru götürerek kendi kendini algılamaya ve tanımaya çalışır. Bu arada içgüdüsel olsa da emmesinden dolayı annesini algılamaya ve tanımaya başlar. Babanın tanınması ise daha geç gerçekleşir.
Belli bir yaş ve olgunluğa ulaşıncaya kadar çocuklar bencildir.[4] İsteklerinin yerine getirilmesi için inatlaşır, ağlar ve isteğinin yerine getirilmesini sağlar. Bencillik ve inatçılık kendinden sonra doğan kardeşine de yönelir. 5-6 yaşlarında da olsa, kendinden sonra yeni doğmuş bebeği her fırsat bulmasında sıkıştırır ve rahatsız eder. Bu açıklamalara göre çocukta önce “ben” algısı oluşur. Kendini her şeyin ve herkesin merkezinde olmasını ister. Örneğin anne bir başkası ile konuşurken araya girer ve onların konuşmasına engel olmaya çalışır.[5]
Kişide asıl “ben” kavramı kendi hakkında gerek bedensel ve gerekse zihinsel düzeyde kendini algılaması ve tanıması ile gelişmeye başlar. Aile içindeki davranışlara da uygun olarak “benim oğlum akıllı.”, “Benim kızım güzel.” veya “Senden adam olmaz.” “aptal çocuk” gibi tanımlamalar çocuğun kişiliği ve kendini algılaması ve tanıması üzerinde önemli etkiler yapar.
Anneyi adıyla değil “anne”, babayı da “baba” olarak algılar. Sen kavramı, ancak kardeşi ile yüzleştiğinde gelişmeye başlar.[6] Bunun ötesinde “sen” algısı başka insanlarla karşılaştığında ve aile içi ilişkilerle edinilir. “sen” algısı, çocuğun kendini karşısındakinden ayrı ve farklı olduğunu algılaması ile gerçekleşir.
“Biz” algısı, çocuğun sosyalleşmeye başlamasıyla oluşmaya başlar. Bu da öncelikle aile ortamında anne-baba konuşmaları ile algılanır. Okul ortamından itibaren diğer kişi ve toplum algısı oluşmaya başlar. Birlikte oynanan oyunlar, kalem alıp-verme, grup çalışmaları arkadaşlık algısı oluşturur. Böylece “biz” kavramı gelişmeye başlar. Rakipliklere dayalı oyunlarla siz ve onlar algıları gerçekleşir. “Topu ona at. Topu sen al. Bugün bize gel.” gibi.  “Sen” algısı, kendinden başka birinin varlığını kabul etme ile ilgilidir. “Biz” algısı ise başkaları ile birlikte olma anlamını taşır.
Elcilleşme (sosyalleşme), bir zaman içinde oluşur. Çocukların evde kardeşleriyle, okulda ve sokakta arkadaşlarıyla olan ilişkileri ile sosyalleşme başlar.[7] Anne ve baba, çocuğu kendisine aşırıcı derecede bağlamamalıdır. Onların düşüncelerine saygı gösterilmeli, sorularına cevap verilmeli, yaşına göre serbest davranmalarına fırsat verilmelidir.
Sosyalleşemeyen çocuklar yaşları ilerledikçe bencil duygularından dolayı kendini beğenmişlik, büyüklenme ve kibirlilik duygular geliştirir. Bu duygular kendi dışındaki insanları hor görme ve ötekileştirme gibi daha olumsuz duygular geliştirmesine sebep olur. Bu gibi kimseler, kendilerini büyük gördükleri için başkalarının başarılarını kıskanır, çekemez ve bu nedenle onlara zarar vermeye çalışabilir.
Kendini olduğundan üstün şekilde farklı görenler veya ellerindeki imkânlara göre kibirlenenler gerçekte kendilerini doğru algılayamamış ya da tanımamış olanlardır. Aristo’nun “Kendini bil.” ….. “Düşünüyorum, öyle ise varım.”, sözü bu gibi kimseler için söylenmiştir.
Ailenin temel görevlerinden biri, çocuğu doğru anlamak ve ona kendini doğru algılatmaktır. Çocuğu olduğundan üstün veya geri görmek ailenin yapabileceği en büyük hatalardan biridir. Örneğin “Benim çocuğum çok zeki, şöyle yapar, böyle yapar.” gibi yaklaşımlar kesin olarak doğru değildir. Özellikle okul çağlarında başarısını veya başarısızlığını dikkatle izlemek gerekir. Bir yanlışı karşısında “azarlamak” yerine doğrusunu söylemek ve göstermek en uygun olabilecek yoldur. 
Lise ve üniversite çağlarında insan, kendi hakkında daha doğru algılar sağlayabilir. Bu çağlarda genç, iki önemli durumla karşılaşır: Kendini kabul eder veya ret eder. “Benden adam olmaz.”, “Başaramıyorum.”, “Arkadaşım yok.” vb. duygulara kapılan bir genç, kendini ret ve inkâr etmiş olacağından bunalımlara girebilir. Bu gibi duyguların temelinde daha erken yaşlarında anne-babanın çocuğa yaklaşımları önemli rol oynar.
Geleceğin büyük insanı olacak çocuklara kendilerini ne kadar doğru algılatırsak; onun kendini kabul etmesini ve tanımasını, sosyalleşmesini ve başkalarını kabul etmesini (kıskanmamasını) sağlarız.  Böylece çocuğun gelecekte kendi hayatına ve topluma daha kolay uyum sağlaması ve mutlu olması gerçekleşir. Bu nedenle çocuğun başarıları takdir edilmeli, başarısızlıkları için başarmaya teşvik edilmeli, başarısızlık sebepleri birlikte bulunmaya çalışılmalıdır.  
Sevmek ve sevilmek içgüdüsel duygulardır. Bu duygular sosyalleşme ile de ilgilidir.[8] Sevgi, şefkat, merhamet ve yardım aynı zamanda ahlâkî yönü de olan duygulardır. Gerek ebeveyn ve gerekse öğretmen veya bir büyük olarak çocuklara sevgimizi, şefkatimizi merhametimizi onlardan esirgememeliyiz, aksine aşırılığa kaçmadan göstermeliyiz. Onları seversek sevmeyi öğretiriz. Sevmeden sevilmeyi beklemek doğru değildir.
 Çocuğa okul hayatının her basamağında kendini doğru algılamasına ve tanımasına fırsat verilmelidir. Bir iş yapmayı düşünüyorsa, bu yetişkinlerin aklına yatmasa da ona bu işi yapmasına fırsat vermek en uygun yoldur. Düşüncesi doğru ise mesele yok, yanlış ise kendi yanlışını kendinin bulmasına fırsat verilmiş olur. 
Bir kimsenin kendini doğru algılaması, kendini bilmesi anlamına gelir. Kendini doğru algılayan kimse, yanlışını ve doğrusu bilir veya en azından buna ilişkin öngörü oluşturur. Kendi düşüncesini ve davranışını yargılar. Belki insanoğlunun ulaşabileceği en üst derecedeki değerlerden biri de budur.
Bir kimsenin kendini yanlış algılaması onucu yapamayacağı bir işe girişmesi ve başarısız olması durumunda birtakım mazeret ve bahaneler ortaya koyar. Bu kimseler suçu başkasına atar veya kaderine bağlar.

Kazandırılması gereken kavramlardan ve algılardan bazıları şunlardır:
İkinci kitapta, “kavram” adı altında incelenecek olan bazı algılar vardır ki bunlar ancak yaşanarak ve tecrübelerle kazanılır. Bunların başında mekân (yer), zaman, derinlik, uzaklık vs. kavramlardan söz edilebilir. İnsan, doğuşta bu kavramlara sahip değildir. Bu kavramlar, öncelikle algı düzeyinde oluşur. Algılanamayan yani anlaşılmayan hiçbir şey düşünce düzeyinde bir mana ifade etmez.
Aslında algı ile oluşan bu kavramların uyarıcıları ve duyumları dış dünyada somut olarak var olmakla birlikte oluşumu bakımından ve gerçekleşmesi bakımından tamamen soyuttur. Buna, somut nitelikli soyut kavramlar denilebilir.
Yukarıda belirtilen ve aşağıda açıklanacak olan bazı algıların oluşması ve insanın iç dünyasında gerçekleşebilmesi ve manalandırılabilmesi için mutlaka somut nesnelere ihtiyaç vardır. Bu algıların kavram düzeyinde oluşumunun bilinmesi, öncelikle aile ortamında ve okul hayatındaki öğretimi bakımından önemlidir. Elbette çocuk, ev ortamında bu kavramlara az-çok sahip olarak okula başlar. Ancak bu kavramların daha doğru ve tam algılanabilmesi, daha önce de temas edildiği gibi okul programları hazırlanırken çocukların algısal gelişimleri çok yakından tanınmalıdır.
Mekân/yer algısı ve kavramı
Mekân (yer), esas itibarı ile arz üzerinde ayağımızın bastığı yer olmakla birlikte daha geniş anlamda giderek, ev, sokak, mahalle, köy, kasaba, ilce, il, ülke, kıta, yer küre ve bütünüyle uzay da mekândır. Mekân algısı oluşmadan başta zaman algısı olmak üzere birçok algıyı edinmek mümkün olmaz. Başlangıçta, evin bir mekân olarak tanınması için odalarının, mutfağının, banyosunun, tuvaletinin ve bunların yanında pencerelerinin, duvarının, bacasının vs. de tanınması gerekir. Bundan sonra komşularını tanıması gerekir. Bunun için sağ, sol, ön, arka algıları oluşmalıdır. Bu algılar sokak ve giderek cadde, ilçe vs. şeklinde halkalar hâlinde genişleyen bir mekân algısı ve buna bağlı olarak mekân kavramı oluşur.[9]
Mekânın doğru algılatılması, yaşa ve buna bağlı olarak sınıf seviyesine göre adım adım gerçekleştirilir. Mekân kavramının öncelikle ve doğru olarak kazandırılmasının en önemli nedeni, bütün olayların bir mekân (yer) üzerinde olmasıdır. Çocuk, bir ev ortamında doğar, okul mekânında öğrenim görür, sokak-yol ortamında yürür, şehir ve ülke ortamında yaşar. Bütün tarih ve tarihî olaylar da mekân üzerinde gerçekleşmiştir ve gerçekleşmektedir ve gerçekleşecektir. Bu nedenle mekân kavramı oluşmadan tarih öğretilemez veya öğretildiği zannedilir. Örneğin yaşantısının dışında kalan bir mekâna ilişkin bir tarihî olayı kavratmak oldukça güçtür. Kendi bizzat yaşadığı çevre içinde meydana gelmemiş tarihî olayları kavrayabilmeleri için evinden, köyünden, ilçesinden daha geniş mekânları kavrayabilmesi için uzaklık, büyüklük, genişlik ve buna bağlı olarak haritada yer oranlarını kavramış olması gerekir. Bu nedenle, tarih dersinden önce coğrafya dersi işlenmelidir. Coğrafya bilinmezse tarih anlaşılmaz.[10]
ocudaranında dagelecekte kendi hayatına ve topluma daha kolay uyum sağlaması gerçekleşir. lma, kendi yalanına inanma gibi iç al
Zaman algısı ve kavramı
Zaman, göreceli (nispî)dir, tecrübelere göre değişir. Bir kaç saat, yarım gün gibi ifadeler çocukların zihinlerini karıştırır.
Okul çağına ulaşmamış çocuklar; genel olarak dün, bugün, yarın, bir saat, öğleden sonra, bir dakika gibi zamanları birbirlerine karıştırır. Mevsim, ay ve hafta hakkında da yaşantıları yetersiz­dir. Zamanı bilmek, başlangıcı belli bir nirengi noktasından bir başka nirengi noktasına kadar geçen süreyi algılamakla ilgilidir.
Beş yıl, on yıl, yirmi yıl gibi zaman, ancak bunları yaşamış olanlar için bir anlam ifade eder. Bir çocuk için bu zaman ulaşıla­mayacak bir zamandır.
Yetişkinlerin bile çoğu yüz yılı, bin yılı hatta jeolojik yılları kavramakta zorluk çeker. Öğ­rencilerin tarih dersindeki başarısızlık se­bebini, zaman kavramının gelişmemiş olmasında aramak gerekir. Çünkü binlerce yıl öncesinde yaşanmış olayları tasarlamak oldukça güçtür.
Çocuklar; dün, bu gün ve yarın gibi zamanı bilirler. Uyumak,  uyan­mak, güneşin doğması ve batması gibi nirengi nok­taları ile bir günü anlamakta zorluk çekmez. Belirli nirengi nok­tası olmayan gelecek zaman yaşantıya girmediği için daha güç kav­ranır. 
Birinci sınıfa başlamış bazı öğrenciler, ilk günlerde zil çaldı­ğında eve gideceklerini dü­şünür. Hâliyle zil çaldığında çantasını alarak eve gider. Çünkü onlara göre eve gitme zamanı gelmiştir.
Zaman kavramını kazandırmak için önemli olayları başlangıç noktası olarak almak gerekir: bayram, doğum günü, ağaçların çiçek aç­ması, ilk karın yağması gibi. Altı yaşındaki çocuklar, baharı ağaç­ların çiçek açtığı, kışı ise palto giydikleri zaman olarak kav­rar. Ayrıca ders saatleri, teneffüs süreleri, bir günlük ders toplamı, bir hafta, bir ay gibi süreler, yapılan önemli işlerin geride kalan zaman uzaklıkları gibi yaşanan zamandan faydalanmalıdır.
Bu nedenle sınıf seviyesine göre bir yıl içinde meydana gelen olayları, yaşadıkları süre içinde şahit oldukları olayları, yüz yıl önceki ve nihayet bin yıl önceki olayları tedrici olarak algılatmak ve kavratmak gerekir.
Zaman göreceli bir kavramdır. Kişinin yaşantısına, durumuna, yaşına göre farklı anlamlar ifade eder. Örneğin çok acıkmış bir kimse için yemeğin gelmesini 5 dakika beklemek çok uzun bir zaman olduğu hâlde uçağa yetişmek için koşan bir kimse için 10 dakika çok kısa bir zamandır.

Uzaklık, yakınlık, derinlik, genişlik algısı ve kavramı
Uzaklık,  gözün gelişimi ve deneyimlerle ilgilidir. Bir cismin ne kadar uzakta olduğunu tayin ve tahmin etmek için pers­pektif görüşünün gelişmesi gerekir. Bu da çocuğun takvim yaşına bağlı olarak olgunlaşmasına bağlıdır.
Okula yeni başlayan öğrenciler, göz gelişimleri gereği uzağı ya­kından daha iyi görür. Yakınındaki eşyaların uzaklığını tahminde daha zorluk çeker. Bu sebeple çocuklarda boyut ve derinlik algısı ve kav­ramı zayıftır. Eşyaları üç boyutu ile değil iki boyutu ile çizer. Evin içindeki insanları, eşyaları bir yüzey alanı gibi çizer. Çocuk resimlerinde derinlik yoktur.  
Derinlik kavramı, eşyanın niteliklerini tanıdıkça gelişir. Pers­pektif, uzaklık, yakınlık, derinlik kavramlarından sonra oluşur.
Bu kavramlar, bir cismin bize veya başka bir cisme uzaklığını “Ne kadar uzak?”, “Kaç adım?” gibi sorulara verilecek tahmini ce­vaplar ve bu cevapların gözlenmesiyle kazandırılmaya başlanır.
Zaman, uzaklık, yakınlık vb. kavramlar birbirleriyle ilgilidir ve birinin kazandırılması diğerinin ka­zandırılmasında rol oynar.
Bu kavramların kazanılmasına ait bir sıra tayin etmek gere­kirse en somut olandan işe başlanmalıdır.






Sayı algısı ve kavramı [11]
Saymak, bir kümede aynı birimden birden fazla çoğunluğun aritmetiksel bir adla ifade edilmesidir. Aritmetik olarak yokluk veya hiçlik sıfırdır. Masanın üzerinde hiç kalem yoksa “Masanın üstünde sıfır kalem var.” demektir. Masanın üstüne 1 kalem konduğunda, masada bir kalem, iki tane konduğunda ise iki kalem olur. Bu kalemlerin çokluğunu ardışık olarak artırırsak sayılar sıra ile sayılmış olur. Oysa sayı, sıfırdan başlayarak sonsuzluğa kadar devam eden çokluktur.  Örneğin, aşağıdaki göstergeyi inceleyelim:
 


     1  2   3   4   5   6   7   8  9 10
Buna göre örneğin 5 algısı, 10 kalem arasından 5’ini alması veya bu göstergede bu sayının gösterilmesi gibi etkinliklerle oluşur. Bu durumda, 5’ten önceki ve sonraki sayılar veya çokluklar düşünülmez. Zira 5, belirli bir çokluğun adıdır.
Sayı algısı ve kavramı, varlıkların az veya çok oluşlarındaki ilişkisinin kurdurulmasıyla kazandırılır.  Bu itibarla, az - çok karşılaştırmasından hareket edilmelidir.
Öğrencilerin birden başla­yarak verilen bir sayıya kadar say­maları, onlarda sayı kavramının oluştuğu anlamına gelmez. Sayı kavramının kazanılması, ma­tematik anlamda sayılar arasındaki ilişkiyi kavramakla olur.
Çevrede bulanan kitap, defter, ceviz, kalem gibi sayı­labilir var­lıkların önce az veya çok oluşları karşılaştırılır. Sonra “Kaç tane defter var?  Kaç tane kalem var?” gibi sorularla eşyalar saydırılır. Bunlardan üç tanesini veya beş tanesini ayırmaları iste­nir. Belirli sayıdaki fasulyeler içinde kaç tane l fasulye olduğu, l' in 2' den kaç tane az olduğu, 2'nin 1'den ne kadar fazla olduğu üze­rinde durulur ve böylece sayılar arasındaki azlık çokluk ilişkisi kavratılır. Eşyalarla çalışmaya ağırlık veri­lebilir.
Sayı gerçekte, soyut bir kavramdır. Bu kavram, somut nesneler kullanılarak kazandırılır.
Örneğin  “üç” sayı olarak­ soyuttur. Bu sayıyı algılatmak için san­dalye, kalem, def­ter, kitap gibi nesnelerin çokluğundan yararlanılır. Yalnız başına “üç” hiç bir anlam taşımaz. Ancak “üç elma” denildi­ğinde elma kümesinin içinde kaç tane 1 eleman ol­duğunu yani çokluğunu anlatmış oluruz. Bir anlamda sayılar sıfat tamlamaları ile birlikte tekrarlarla kazandırılmalıdır: beş kalem, iki defter vs. Bu tekrarlarla çocuk, “üç”ü; kuzu, horoz, köpek,  kitap, sıra, yaprak gibi nes­nelerden ayırır/soyutlar. Matematik bir ifade ile “üç” or­tak paran­teze alınır. Bu da belirlenen özelliğin nesnesinden zihinsel seviyede ayrılması demektir. Bu soyutlama işlemi çokluk ifade eden sayı adı ile o adın işaret ettiği nesnenin birbirinden ayrı düşünülmesiyle gerçekleşir. Yukarıdaki örneklerde “üç” veya bunun gibi kırmızı, sarı, büyük, küçük, az, çok gibi özellikler, an­cak bir nesne ile birlikte olduğu takdirde anlam ifade eder. Bunların tek başlarına bir anlam ifade edebilmesi için bu özellikleri nesnenin kendisinden ayrı düşünebilme olgunluk ve tec­rübesine ulaşmak gerekir.
Gerek sayı ve gerekse bundan sonra gösterilen algılar ve kavramların kazanılması, kesin olarak çocuğun yaşıyla değil olgunlaşmasıyla ve tecrübeleriyle ilgilidir. Soyut olan bu algılar yaşatılmadan ve çocuğun belli bir olgunluğa gelmeden kazandırmak mümkün değildir. Öğrenci, bugün yapamadığı bir işlemi, bir ay sonra yapabilecek düzeye gelebilir. Bu nedenle onların olgunlaşmaları dikkate alarak çeşitli yaşantılar kazandırılmalıdır.
Özellikle matematik derslerini öğrencilerin sevmediği ileri sürülür. Bunun sebebi, uygun yöntem kullanılmaması, motivasyon kazandırılmaması, yeteri kadar olgunluğa ulaşmadan başaramayacağı problemler çözmelerine zorlanması ile ilgilidir. 
Yükseklik algısı 
Cisimlerin boyu, bunların retina tabakası üzerinde bıraktığı izlere göre algılanır ve kavranır. Retina tabakası üzerine düşen cis­min boyu daha önceden uzunlukları veya kısalıkları hakkında bilgi sahibi ol­duğumuz varlıklarla karşılaştırılır. Yeni uyarıcı hakkında eskilere göre hüküm verilir.
İki nesneyi yan yana gördüğümüzde bunları birbirlerine göre uzun veya kısa olarak ayırırız. Ancak bir tek nesnenin boyu hak­kında yalnız başına uzun veya kısa diye bir şey söyleyemeyiz. Bir kimsenin boyunun uzun veya kısa olduğunu söylemek bile en azın­dan toplumun ortalama boyu ile karşılaştırma yapılma­sı veya içinde bulunduğu gruptaki bireylerle karşılaştırılması sonucu söylenebilir.
Boy kavramının gelişmesi için kapı ile pencerenin, kalem ile silginin, minare ile elektrik direğinin uzunluğunun vb. karşılaştı­rılması gerekir. 
İyi, güzel, var, yok gibi kavramlarla renk kavramlarının kazan­dırılmasında da yukarıdakilere benzer çalışmalar yapılmalıdır.
Tahmin algısı
Tahmin, soyut veya somut bir şeyin çokluğu, uzaklığı, kısalığı, bir aritmetik işleminin sonucu vs. hakkında o şeyin ifade ettiği birim cinsinden gerçek ölçeğine en yakın olabilecek birim çokluğunu algılayabilmek ve kavrayabilmektir. Örneğin bir nesnenin diğer bir nesneye göre uzaklığı, uzunluğu, derinliği cm veya m birimi ile tahmin edilebilir. Bir yerden başka bir yere gitmek için geçecek süre saat veya dakika cinsinden tahmin edilir. Aşağıdaki aritmetik işleminin sonucunu tahmin ediniz: (Kesin olarak işlemi yapmayınız.)
2+5+8-4+7-2+5:3x2= ?
Öğrencilerin sınıf seviyesine göre tahmin algısını geliştirmek için örnekler:
- Masanın üzerinde kaç kalem var? Tahmin ediniz.
-  Buradan evinize kaç dakikada gidebilirsiniz?
- Dershanenin eni kaç metredir? Sonra ölçülür.
- Seviyeye göre toplama, çıkarma, çarpma ve bölme işlemi verilir ve sonucun tahmin edilmesi istenir. Sonra işlem yapılarak kontrol edilir.
Algılamaya genel bakış
Yukarıda gösterilen algılama türleri, her durumda yalnız başına soyuttur ve tek başına bir anlam ifade etmez. Örneğin 500 sayısı az mıdır, çok mudur? 5 katlı bir bina yüksek midir, alçak mıdır? 4 metre derinliğindeki kuyu derin midir, değil midir?
Soyut olan bu kavramların bir mana ifade etmesi için başka bir benzeri ile karşılaştırmak gerekir. 500 lira, aylık geliri 400 lira olan için çok, 4 000 lira olan için azdır. 5 katlı bina 10 katlı binaya göre alçaktır.
Tasavvur ve tasarlamak
Tasavvur, daha önce görülen nesnelerin ve anlamlandırılan duyumların ya tek tek ya da birleşik olarak gözümüzde canlandırılmasıdır. Bu nedenle tasavvur etmek istemli (iradeli) olarak yapılan zihinsel etkinliktir. Algılama ise istemli veya istemsiz elde edilebilir. Bilinçsiz elde edilen algılar tesadüfen veya başka bir işle meşgul olunurken çevreden alınan uyarıcılarla kısmî olarak oluşur. Elde edilen algılar, ister istemli isterse tesadüfen yani kısmî edinilmiş olsun hafızada bilinç düzeyinde yer alır. Bunlardan istemli elde edilenler hafızada daha uzun süre kalıcı olduğu ve kalıcı olduğu süre içinde edinildiği ilk zamankine benzer bir düzeyde hatırlanır. Tesadüfen elde edilen algılar ise daha zayıf düzeyde hatırlanır ve daha kısa sürede unutulur.
Tasavvur, algılamanın bir sonucudur. Algılanamayan şeyler tasavvur edilemez. Buna göre, anlamlandırılan şeyler tasavvur edilebilir.
 Tasavvur, (Arkın, 1952) dar anlamda algıların zihinde bıraktığı izler; zihnimizdeki suretler, hayaller. Eğitimde: tasarım hâli, bilgi olgusu; önceki bir algının tekrar hatırlanması. Tasarım, çoğu zaman algı kadar kuvveli ol­maz. Bir insanın yüzünü görmek başka, yüzünü tasavvur et­mek baş­kadır. Görülen bir kimsenin yüzü veya bütünüyle görünüşünü göz önüne getirilebilir. 
Tasavvur, nesnenin çeşitli özelliklerinin duyu organla­rımız aracıyla alınarak zihni­mizde bıraktığı izi veya tasviridir (resmidir). Tasavvur, bir nesne görülerek, tadılarak, do­kunularak,  koklanarak,  sesi duyularak elde edilen algıya bağlı olarak o şeyin zihinde canlandırılmasıdır. Bir şeyi tasavvur etmek için, soyut veya so­mut olsun var­lığından haberdar olmak gerekir.
Tasarım, tasavvura bağlı olarak elde edilmiş çeşitli birikimlerden birbirini destekleyenlerin ve yakın olanların, örneklerin vs. plânlanması gibidir. Bu basamakta, kişi sadece kendi birikimlerini hatırlar veya göz önüne alır.

Tasarım 
Tasarım, bir işin nasıl yapılacağını, usulünü, sırasını, biçimini, rengini vs. daha önce elde edilmiş algıları birleştirerek veya değiştirerek yeniden düzenlemek olarak tanımlanabilir. Bu yönüyle tasarım, bir işin veya düzenleyeceğimiz bir oluşumun nasıl yapılacağını önceki tecrübeleri de kullanarak yeni ve farklı bir sonuca varmaktır. 
Tasarım, örneğin irticalen yapılacak bir konuşma veya belirli bir konuda yazma için mevcut birikimleri bir araya getirmek, birleştirmek kısaca zihinden bir plân yapmaktır. Başka bir söyleyişle tasarım, “Bu konuda neler söyleyebilirim? Hangi kitapları karıştırmalıyım? Söze nasıl başlamalıyım ve bitirmeliyim? Ne gibi örnekler vermeliyim?” gibi soruların cevabını aramaktır. Bir konuda konuşmaya veya yazmaya ilişkin tasarım, mevcut birikimleri kontrol etmek ve göz önüne dökmektir.
Tasavvur ettirmek de bir nevi algı operasyonudur. Buna göre yürütülen algı operasyonu dinleyicinin algısında konuşanın ileri sürdüğü algı düzenlemesi gelir.



Algı ve öğretme  
Öğretmek, öğrencide yeni algılar ve anlamlar oluşturmak demektir. Öğrenmek ise bu algıları kabul etmek ya da benimsemektir.[12] Bu yönüyle öğretme, öğrencide yeni anlamlar kazandırmaktır. Bilgi ise esasen bu anlamlardan ibarettir. Zira bir konu hakkında bilgi sahibi olmak, o konuya ilişkin bir veya birçok yönden yeni algılara ve manalara sahip olmak demektir. Buna göre öğrenme algılama ve anlamlandırma düzeyine oluşur. Algılanamayan şeyler öğrenilemez. Hatta algılayamadığımız şeylere, olaylara, oluşumlara bir mana verilemediği takdirde insan zihninde üç türlü davranış belirir:
a. Korkma, ürkme, ürperme, çekinme, kaçma, şaşkınlık tepkileri: Anlamı, mahiyeti veya sebebi ya da sonucu bilinmeyen şeylerden korkulur ve çekinilir. Örneğin, ilk defa gök gürültüsünü işiten bebek; ağlar, elleri ve ayakları ile tepki gösterir, kısaca korkar. Soru şudur: Acaba bebek, sesin şiddetinden mi yoksa onun ne olduğunu anlayamamasından dolayı mı tepki gösterir? İlk insanların doğa olaylarından korkmaları ile günümüz insanının doğadan korkmasına karşı gösterdiği tepki aynı mıdır? Bir köpek görüldüğünde kaçma ve korkma tepkisi köpeğin kendisine mi yoksa onun bizde daha önce oluşmuş olan manaya mıdır? Bu kitap çerçevesinde izah edilen bütün açıklamalara göre korku, daha önce algılanmamış (manalandırılmamış) şeylerin bizzat kendisine karşı değil,  bilinmeyen, bu nedenle de anlaşılmamış olan manasına yapılan bir tepkidir. Kısaca bir şeyin kendisine değil onun bizde bıraktığı anlamlılığına veya anlamsızlığına karşı tepki gösterilir. Anlamlılığa olan tepki yaklaşma, sevme, ilgi duyma ile gerçekleştiği hâlde anlamsızlığa olan tepki korkma, uzaklaşma; yahut korkarak yaklaşma veya onu olağanüstü güç şeklinde kabul etme şeklinde de tezahür edebilir.

Örneğin; sosyolojik olarak insanlar Ay’a, Güneş’e veya bazı hayvanlara[13], totemlere, putlara vs. niçin tapınmıştır? Sunaklarda insanlar veya hayvanlar tanrıları adına niçin kurban edilmiştir? [14] İnsanlar, anlamını bilemedikleri şeylerin kendilerine bir kötülük getireceğine ve bu nedenle de korktuklarından, bu korkularından ve bunun kötülüklerinden kurtulmak için çare aramıştır. İşte bu çarelerden biri de anlamlandıramadıkları korktuklarının sempatisini, iyiliğini görmek, ona yaklaşmak, kendilerini kötülüklerinden uzaklaştırmak istemişlerdir.
Bireysel olarak bir kimse anlamını bilemediği korkudan kurtulmak için korkusunu başka yöne yöneltir. “Karanlıkta ıslık çalmak” deyimi bunun için söylenmiştir. Bunun gibi kendi kendine “Yok canım! Korkacak ne var ki …” gibi kendi kendine telkinlerde bulunur. Yahut aşağıda açıklanacağı gibi korkunun veya bilinmezliğin üstüne gidilir, anlaşılmaya çalışılır.                 
Anlamlandırılamayan şeylere karşı her zaman aynı derecede tepki göstermeyiz. Başlıkta da görüldüğü gibi onun bizde daha önceden oluşmuş manasına ve buna bağlı olarak beklentiye göre ürkme/sakınma, çekinme, kaçma/uzaklaşma tepkileri gösterilir. Aslında bir dağ başında da olsa karşımıza çıkan bir kurttan korkmayız. Kaçma ve korkma tepkimiz, bizzat onun kendisine değil, onun bize saldıracağına ve bizi yaralayacağına veya öldüreceğine verdiğimiz anlamdan dolayı kaçarız. Öyle olmasaydı, örneğin ölü bir kurttan da korkmak gerekirdi.
b. Üzerinde durmama, kayda değer görmeme, umursamama ve ilgisizlik tepkisizlik (durağanlık): Bilinemeyen veya anlaşılmayan bir nesne, olay veya benzeri bir şeyle karşılaşıldığında bazı kişiler buna karşı ilgisiz ve kayıtsız kalır. Bunlarla ilgilenmezler ve kayda değer görmez. Bu tepkisizlik, öğrenim etkinliklerinde motivasyonsuzlukla da izah edilebilir. Umursamama, lâkayt kalma, değerli veya anlamlı bulmama şeklinde de görülür. 
c. Bu şeyin ne olduğu araştırılır, ona karşı ilgi duyulur, merak, bilme ve anlama isteği oraya çıkar: Anlamı, mahiyeti ve sebebi yahut sonucun ne olacağı bilinmeyen yani anlaşılmayan durumlara karşı bazı kimseler o konuyu araştırmaya, irdelemeye, sebebin ne olduğunu bulmaya doğru merak ve motivasyon ortaya koyarlar. Başka bir söyleyişle bilinmezliğin veya anlaşılmazlığın üstüne gidilerek bilinir ve anlaşılır hâle getirilmesine çalışılır. Bilim, insanların bilmedikleri ve anlamadıkları şeyleri bilmeye ve anlamaya başlamaları ile ortaya çıkmıştır. Olayın üstüne gitmek, ona yakından bakmak, gözlemek, incelemek neticesi itibarı ile onu anlamak için yapılır. Bu çalışmalar sona erdiğinde yani bilinmezlik ve anlamsızlık bilinir ve anlaşılır hâle geldiğinde insanlar bundan yararlanma yoluna gider.
Yalnız dille ilgili değil içgüdüler ve refleksler hariç bütün bilişsel, duyuşsal ve bedensel davranışlar sonradan edinilir veya öğrenilir.
Aslında eğitim-öğretim denilen etkinlikler bir algı operasyonu ile gerçekleşir. Yani eğitim-öğretim algılama ile oluşur.
Çocuk, ailesinden okulda öğreneceği bilgilere kısmen sahip olsa da genel olarak ders konuları bakımından boş ya da yeterli olmayan bir algıyla okula başlar.[15]
Başka bir münasebetle de, refleks ve içgüdüler hariç, başta dil olmak üzere bütün yeteneklerin doğuştan sonra kullanılmaya başlandığı ve doldurulduğuna temas edilmişti. Ayrıca dilin bebeklikten itibaren işitme duyusuna bağlı olarak tedrici olarak edinildiği de belirtilmişti. Yani dile ilişkin isimler, kavramlar, dilin yapısal ve anlamsal unsurları vs. algıda oluşur. Algıda oluşan bu unsurlar hafızada saklanır.

Algı düzenlemesi ve genişlemesi iki yolla olabilir:
Bir algı olarak yukarıda açıklanan ikna konusunda olduğu gibi geneli itibarı ile öğrenme de aynı şekilde iki yönlü oluşur. Bu yönden bakılırsa algı ya da öğrenme bir anlamda kişinin ikna edilmesi, söylenenin ya da okunanın kabul edilmesinin ya da ettirilmesinin sonucudur. Bu nedenle konuyu biraz daha vuzuha kavuşturalım.
a. Başkalarının etkisi (dış müdahale, operasyon, motivasyon)
Doğumdan hemen sonra nesnelerden ya da seslerden alınmaya başlayan görme, işitme, tatma ve dokunma duyumları giderek algılama düzeyinde bir anlam oluşturarak hafızaya gönderilir. Bu algılar, ancak aile çevresinden edindiği duyumlarla ve izlenimlerle sınırlıdır. Oysa dış dünyada mevcut olan bilinen veya bilinmeyen sınırsız uyarımlar ve bilgiler vardır. Okul, kendi programı çerçevesinde yeni algılar ve bilgiler kazandırır. Bu açıdan bakıldığında öğrenme ve öğretme,  esasen bir algılamadan ve algılatmadan başka bir şey değildir. Yani algılanan tek tek veya birleşik bütün duyumlar bilgiyi, tecrübeyi, alışkanlıkları oluşturur.
Bazı algılar, duyum düzeyinde bir defa muhatap olunduğunda kazanılır veya öğrenilir, bazıları birden fazla tekrar yapmayı gerektirir. Örneğin bir kimse bir konuyu bir defa okuduğunda, başka biri iki-üç defa okuduğunda algılayabilir veya anlayabilir. Bu anlamda algılama yani öğrenme işitmeyle de ilgilidir. Bir kimse bir konuyu öğretmeninden sadece dinleyerek öğrenir ve anlar. Başka biri, örneğin ders kitabını tekrar okuyarak öğrenir yani anlar. Kısaca öğrenme algılama yani anlamadır. Böylece öğrencinin duyumlarına müdahale edilerek yönlendirilir ve öğrenmesi sağlanır.    
Bu yönüyle eğitim, çocuğun, bebeklikten itibaren bir takım davranış kalıpları edinmesi ile ilgilidir. Bkz. Eğitim ve öğretim konusu.
Başta okuma-yazma olmak üzere tarih, coğrafya ve diğer derslerle ilgili konular çeşitli yöntemlerle algı üzerinde öğretilir.
Çocuğun karakteri, ahlakî değerleri, dinî inancı, duygusal (hissî) davranışları da yine çevresinden aldığı duyumların ve uyarıcıların algı yeteneğinde oluşur ve gelişir.
Büyüklerin doğru algılatmaları ya da doğru örnekleri, çocuğun, genelinde doğru davranışlar, özelinde ise doğru konuşma ve dil alışkanlıkları edinmesini sağlar.
Kısaca öğretme, bir kimsenin bir başka kimse üzerinde yaptığı bir operasyondur. Buna göre, daha önce de söylendiği gibi doğuşta boş olan algı, hafıza, düşünme, dil yetenekleri ve bunlara bağlı olarak çeşitli konulara ilişkin bilgiler bu yeteneklerin doldurulmasıyla elde ettirilir. Esasen kelime anlamıyla da “öğretmek, başkasına bir konuda bilgi öğretmek yani onun algısı üzerinde bir operasyon yapmak” demektir. Bu cümleden olmak üzere aşağıdaki örneği verebiliriz.
Öğretim yönünden anlamanın başlangıç olarak hareket noktası, dikkatin seçiciliğinden hareketle izlenimlerin ve duyumların algı üzerinde yaptığı etkidir. Bu izahat, dil bakımından yapılacak olunursa ders kitabındaki bir metinde geçen “Bir kulukula, suyun içinde hiçte acele etmeden yüzüyordu.” cümlesindeki “kulukula”[16] sözünün anlamı ve elde edilen anlamın kullanımı öğretilmek isteniyorsa; “Bu kelimenin anlamını bulmaya çalışınız.” veya “Bu kelime ile ne anlatılmak istenmektedir?” ”[17]  gibi sorular sorularak bir uyarım (motivasyon) elde etmeleri sağlanır.  Birçok öğrenciden bu soruların cevabı alınır.[18] Cümle tahtaya yazılır (görsel duyum) , kelimenin altı çizilir veya renkli yazılır (dikkat toplanır), öğretmen kelimeyi söyler, öğrenciler tekrar eder. Kelimenin işaret ettiği varsa nesne, yoksa resmi gösterilir veya tahtaya çizilir. Bu nesnenin özellikleri (rengi, biçimi, ne yediği vs.) üzerinde durulur. Renkli yazılan “kulukula” kelimesi okunur/söylenir (telâffuz), sonra defterlerine yazdırılır (imlâ).[19] Böylece bir sözcüğün yazılışı, okunuşu, imlâsı ve anlamı birbirine ardışık işlemlerle öğretilir. Bu uygulama az-çok benzerlikle ikinci dil öğretiminde de uygulanır.
b. Kişinin kendi merak ve ilgisi
Çocuk, yaşı ilerledikçe, tecrübeler ve deneyimler kazandıkça, kitaplar okudukça algı düzeyi yani bilgisi genişler, derinleşir ve yoğunlaşır. Kendini inandırmak veya ikna etmek olarak ifade edilebilir. “Kendi söyler, kendi inanır.” veya “sabahleyin bir yalan söyler, akşam kendi inanır.” sözleri bunun için söylenmiştir.
Bunun yanında içinde bulunduğu kötü bir durumu, başkasının içinde bulunduğu kötü bir durumla karşılaştırarak huzur bulmaya çalışır. Kendi kendine oluşturduğu “iyimserlik” de buna bir örnektir.
Bu anlamda kişinin kendi üzerinde yaptığı operasyonun bir örneği de “kendine inanmak, kendine güvenmek, kısaca “Ben, bunu yapabilirim.” demesiyle de ilgilidir.
Öğretim yönünden ise daha önce söylendiği gibi kişinin kendi kendini motive etmesi ve konuya karşı ilgi duyması, bazı hallerde mecbur olduğunu hissetmesi bu yönden önemlidir.
Öğrenme: Yeteneklerden biri de öğrenebilme yeteneğidir. Bu konu üzerinde ayrıntılı olarak durulacaktır.
Algı ve öğrenme
Öğrenme konusu üzerinde ayrıntılı olarak durulmuş olmakla birlikte burada algı ile olan ilişkisi üzerinde kısaca durmak yararlı olacaktır.
Öğrenme, bir bilgi, gözlem veya tecrübe gibi dış dünyada var olan uyaranların aslına ve esasına uygun olarak algılanmasıdır. Algılanamayan hiçbir şey öğrenilemez. Çünkü okunan bir yazının anlaşılabilmesi için yazarın anlatmak istediği gibi algılanması, anlaşılması gerekir. Bu gerçekleşmediği takdirde öğrenme gerçekleşmez.
Öğrenme, işitsel ve görsel duyumlarla yahut tecrübelerden elde edilen sonuçlarla gerçekleşir. Görsel ve işitsel duyumlar (dinleme ve okuma), bazı kimselerde bir defa bazı kimselerde ise birden fazla tekrar etmeyi gerektirir. Bazı kimseler, tecrübelerinden elde ettiği sonuçlarla öğrenir. Deneyler, gözlemler, geziler ve incelemeler de bilgi öğrenme kaynaklarıdır. Hangi durumda olursa olsun, öğrenmenin gerçekleşmesi için yapılan tekrarlarla öğrenme eşiğinin geçilmesi gerekir. Tecrübelere dayanan öğrenmelerde bir kimse kendine bir sonuç çıkarmayabilir. Bu nedenle bazı tecrübeler de birden fazla tekrar edebilir.
Öğrenme eşiği, tıpkı duyum eşiğinde olduğu gibi öğrenmenin gerçekleşmesi için örneğin kaçıncı tekrardan sonra algıladığı bilgiyi kendi sözcükleriyle söyleyebildiği durum, öğrenme eşiğidir. Öğrenme eşiğini geçmek, bir bilgiyi anlaşılmış veya algılanmış demektir. Öğretmenler, anne ve babalar çocuğun öğrenmede tekrar durumunu izlemelidir.
Ezber, öğrenmeden farklıdır. Ezberlemede algı, daha ziyade duygusal düzeydedir. Bir lirik veya heyecan veren kahramanlık şiiri algılanan duyumlara bağlı olarak yer alır ve hafızada aynen korunur. Yeri geldiğinde ise okunur. Bilgi ezberlenmesi de aynen böyle gerçekleşir.







[1] Eski Yunan şehir devletçiliklerinden birinde hırsızlık yapmanın suç olmadığı, ancak yakalanmamak kaydıyla.
[2] Ahlâkî prensipleri bakımında bazı inanç ve dinlere göz atalım:
İslâmiyet’i kabul etmeden önce Türklerde ahlâk esasları: Öbür dünyada ikinci bir hayatın varlığına, burada iyilik ve kötülüğün karşılığının verileceğine inanıyorlardı. Ahlâk anlayışı, özde-sözde ve davranışlarda doğruluktu. Yalan yere yemin etmek, başkalarını aldatmak, yermek hoş görülmezdi.
Zerdüşlük: İyi düşünce, iyi söz, iyi iş. (iyiden maksat doğru)
Budizm: Yasaklananlar: öldürmek, çalmak, zina, yalan, sarhoşluk veren şeyler. Beklentiler: iyilik, hoşgörü, kötülüklerden uzak kalma.
Caynizm: Öldürme, yalan, hırsızlık, şehvete ve maddiyata düşkünlük kötülenir.
Cayna ahlâkı üç temel ilkeye dayanır. Doğru görüş Doğru bilgi, Doğru davranış.
Konfiçyüsçülük: Mükemmel erdem: ağırbaşlılık, cömertlik, samimiyet, doğruluk ve nezaket. Üstün insanlar doğruluğu, alçak insanlar ise menfaatlerini düşünürler.
Sihizm: insanların eşit olduğunu kabul eder.
Taoizm: Kötülüğe karşı iyilikle karşılık vermektir.
Yahudilik: Hz. Musa ve On Emir’de ahlâki normlar: Anne ve babana hürmet edeceksin. Öldürmeyeceksin. Zina yapmayacaksın. Çalmayacaksın. Yalan yere şahitlik yapmayacaksın. Hiç kimsenin evine-barkına göz dikmeyeceksin.
    [3] Bu ifade tam anlamıyla dil konusunda da temas edildiği gibi “edinme” yahut sahip olma, kendinden bir parça olma, hayatının değişmezi olma anlamındadır.
[4] Bencillik, içgüdüsel bir tutumdur. Hayvanların her türünde bencillik aşırı derecede vardır. Hayvanlar paylaşmayı, acımayı, gülmeyi bilmez.
[5] Genel olarak ailede tek çocuk olarak yetişenler bencil ikinci çocuk kıskanç olur.
[6] Tek çocuklu ailelerde çocuğun daha bencil olduğu görülür. Bunun sebebi “sen” yani başka birinin de olduğu daha geç algılansa da bencillik devam eder veya daha geç sosyalleşir yani elcilleşir.
[7] Bu oyunlar ve ilişkiler sırasında kurallara uymak, doğru söylemek, mızıkçılık yapmamak gibi ahlak kurallarını hayatına geçirmeye başlaması beklenir. Okulda veya yetişkinler yahut oyun arkadaşlarının uyarması ile kurallara uyması zorlanır veya yönlendirilir.
[8] Sevme ve sevilme duyguları hayvanlarda da görülür. Anne olan örneğin bir kedi, aslan yavrusuna sevgisini ve şefkatini onu yalayarak, kendince okşayarak gösterir. Yavru da ona sokularak sevildiğini anlatmaya çalışılır.
[9] Algı oluşmadan, kavram oluşmaz.
    [10] Öğrenciler genel olarak tarih ve matematik dersini sevmez. Tarih dersinin sevilmemesinin en önemli sebebi coğrafyanın bilinmemesindendir. bunun yanında bazı öğretmenlerin sınavlarda kronolojik tarih soruları sormasıdır. Eğer zaman kavramı gelişmemişse öğrenci bu tarihleri de öğrenmekte zorluk çeker. Bu nedenle öğrencilerde zaman kavramının gelişmesi de önemlidir. Bu nedenle dershanede zaman ve tarih şeritleri kullanılmalıdır. Matematik dersinin sevilmemesinin en önemli nedeni ise öğrencilerin sayılar arasında dört işleme bağlı olarak sayılar arasındaki ilişkiyi doğru öğrenip öğrenmemeleri ile ilgilidir.
[11] Not: Sayma ile sayı kavramını kazandırma karıştırılmamalıdır. Birçok veli, daha iki-üç yaşındaki çocuklara 1,2,3.. saymasını öğretir. Bu tür sayma, onda sayı kavramının oluştuğu anlamına gelmez. Bu durum, algılamaya ve kavramaya ilişkin olmayan ezberlenmiş bir durumdur.
[12] Bkz. Sözlük: öğrenme kuramları. Öğrenmeyi bir veya iki kurama izah etmek hem doğru değil hem de mümkün değildir. Değişik konuların veya durumların öğretimi ona en uygun olan kuram veya kuramlarla sağlanabilir. Bu nedenle çoklu veya eklektik bir kuram bütünlüğünden söz etmek daha gerçekçi olabilir. Çünkü her kuramın eleştirilecek, kabul edilemeyecek çeşitli yönleri de olabilir. Bu da hatırdan çıkarılmamalıdır.
[13] Türklerde olduğu gibi bazı toplumlarda da bazı hayvanlar sembolik olarak kutsal gibi kabul edilmiştir. Örneğin Türkler, bozkurdu efsanelerinde önemli bir figür olarak addetmiştir. Bunu tapınmakla karıştırmamak gerekir. 
[14] İslâmiyet’teki “hayvan kurban etme” yukarıda açıklanandan farklı bir konumdadır. Yukarıda açıklandığı gibi sunaklarda insan ve hayvan kurban etmeyi insanlar kendileri uydurduğu ve uydurduklarına inandıkları için yapmışlar, Müslümanlar ise Allah emri olduğu için kurban kesmektedirler.  
[15] Örneğin okula başlayan çocuk, öğretilmemişse 1453 yılının, H2O formülünü, hepsinden önemlisi okumayı ve yazmayı bilmez.
[16] Bu kelime; telâffuz, imlâ ve anlam bakımından çocuğun hafızasında ve algısında mevcut değildir. Okuyucuya not: Bu açıklamalar ışığında “kulukula” ne demektir? Tartışınız.
[17] Bu nesne suda olduğuna veya yüzdüğüne göre; ördek, kaz, kuğu veya suyun akışına kapılmış bir odun veya kâğıt parçası olabilir.
[18] Sözün gelişinden anlamın bulunması, ikinci kitapta incelenecektir.
[19] Okuma-yazma öğretiminde öğrencilere sıra ile söyletilir, tahtaya yazdırıldıktan sonra da defterlerine yazdırılır, yazdıkları okutturulur.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

JAN AMOS COMENİUS (1592-1670)

JAN AMOS COMENİUS (1592-1670) Döneminin önemli düşünürlerinden biridir. Önemi ise, birçok fikrinin günümüzde bile uygulanabilir olmasıdır. Lâtince ve ilahiyat tahsil etmiş. Eğitimdeki aksaklıkları görmüş ve düzeltmek istemiştir. Birçok ülke ve şehir dolaşmış, birçok okulda öğretmenlik ve hayatının son döneminde papazlık yapmıştır. Bacon, Ratka ve Vives”in etkisinde kalmıştır. İngiltere”, İngiliz okullarını ıslah etmek üzere davet edilmiş, burada bütün bilimleri bir araya toplayacak bir ansiklopedi (pansofi) yazmak istemişse de başarılı olamamıştır. “Comenius, muhtelif işlerde çalışmış ve muhtelif problemler üzerinde kafa yormuştu. İlk önce papaz sıfatıyla mezheplerin ortadan kaldırılmasına gayret etmişti. Mezhep savaşları ile Avrupa”nın tam bir sefalete ve fakirliğe düştüğünü gören Comenius, bu işin çok önemli olduğuna kanaat getirmişti. Fakat sakin bir hayat yaşayamadığı ikide birde göç etmek zorunda kaldığı için bu idealini gerçekleştirmeye muvaffak olamamıştı.  Bereket ...

MONTAİGNE"nın eğitime ilişkin görüşü.

MİCHEL MONTAİGNE  1533-1592 Fransız edibi ve Rönesans filozofu. Görüşlerini dilimize de çevrilen Denemeler (Essais) adlı eserinde toplamıştır. Denemeler isimli bu eser dilimize çevrilmiştir. “Denemeler isimli eserinde hayata yakın ve çocuğun tabiatına uygun bir eğitim tarzını savunmuş, devrinin Latin okuluna ve bu okulda uygulanan korkunç ezberciliğe, ölü bilgilere ve otoriteye dayanan sert ve katı eğitim anlayışına karşı çıkmıştır. [1] “Bunun yerine serbest şekilde karşılıklı konuşmayı öğretim metodu olarak tavsiye etmiştir. Buna rağmen o da eski dillerin öğretilmesinden vaz geçmemiş, yalnız canlı mükâleme alıştırmalarıyla basitleştirmelerini ve kolaylaştırmalarını istemiştir. [2] Beden eğitiminin eğitsel değerini bilhassa belirtmiştir. Aile ocağını çocukların eğitimi için elverişli bulmamakta, hakiki terbiyenin eğiticilerle çocukların bir arada bulunmaları sayesinde mümkün olabileceğini ileri sürmüştür” (R.G. Arkın, s.318). “Eserinin yirmi beşince bölümünde, köksüz ve ...

Medeniyeti oluşturan unsurlar

Medeniyeti oluşturan unsurlar Bugün ulaştığımız medeniyet seviyesine ulaşmamız en başından itibaren 70-80 bin yıllık insanlık macerasının eseridir. Medeniyetin oluşturulmasında insanın iç ve dış dünyası olmak üzere iki ana unsurdan söz edebiliriz: İç dünya unsurları: zekâ/akıl ve içgüdüler Bu maceranın en başında konuşma anlamında dilin oluşmuş olması gelir. Tabiîdir ki dilin oluşması için insanın doğuştan getirdiği aklını/zekâsını kullanabilmesi gerekir. [1] İnsan ve diğer canlılar doğarken zekâ ile birlikte içgüdülerle ve reflekslerle de donatılmıştır. Refleksler, bir canlının hayatını devam ettirebilmek için kullandığı bilinçdışı davranışlardır. Canlının kendini koruması yönünde etkinliği vardır. Başka bir söyleyişle canlıyı tehlikeye karşı koruyan bilinç dışı etkinliklerdir. Bunlar öğrenilmez ve hatta eğitilemez. İçgüdüler de doğuşla gelir ve kişiyi amaçlı ve bilinçli etkinliklere yöneltir. İçgüdülerin en temel özelliği insanlarda ve bazı hayvan türlerinde eğitileb...