Ana içeriğe atla

TOPLUMLARIN YAŞAYIŞI BİR ANLAMDA ONLARIN PEDAGOJİK DAVRANIŞLARINI İÇERİR.

TÜRKLERİN YAŞAYIŞLARI, BEDEN, RUH YAPISI, AHLÂK VE EĞİTİM ANLAYIŞLARI

HER TOPLUM, KENDİ YAŞAYIŞ VE GELENEKLERİNİ ÇOCUKLARA ÖĞRETİR.
BU NEDENLE TOPLUMLARIN YAŞAYIŞI BİR ANLAMDA ONLARIN PEDAGOJİK DAVRANIŞLARINI İÇERİR.
Bir toplumun yaşayış biçimi ve kalitesi o toplumun eğitime verdiği önemle ilgilidir. Yalnız eski Türklerin değil eski birçok milletin yaşayışları hakkında bilgi sahibi olduğumuz halde çok az milletin eğitimi hakkında yazılı kaynaklar vardır. Türklerin de en eski dönemlerine ait yazılı kaynaklar yoktur. İlk yazılı kaynaklara Orhon kitabelerinde rastlıyoruz.
“Türklerin meşguliyetlerini yalnız akıncılıktan ibaret sayanlar aldanırlar. Türkler her şeyden önce çalışmasını bilen ve seven bir millettir. Avcılık, sürücülük, çiftçilik, küçük sanat la uğraşma Türklerin başlıca meşguliyetleriydi.
“Türklerin bir kısmı yalnız avcılıkla geçinirdi. Avcı aşiretleri hallerinden çok memnundu. Zira bunlar her gün taze ve lezzetli av eti yerlerdi. Av pöstekilerinden, derilerinden, kuş tüylerinden güzel kürkler, elbiseler, kalpaklar, çizmeler, kilimler, sicimler, halılar, keçeler, çadırlar yaparlardı. Bunlar zengin olmadıkları için hiçbir yabancı aşiretin kendilerinde gözü yoktu. Bunlar saldırmalardan korkmayarak kendi başlarına serbest bağımsız yaşarlardı. Bunların gözünde sürücü olmak felaketti.  Kendi aralarında bir baba kızını azarladığı zaman, Seni sürü sahibi bir kocaya vereceğim. Orada sürüleri sağacaksın, koyun ve keçi gibi hayvanların etini yiyeceksin. diyerek gözünü korkuturmuş
“Türkler arasında makbul sanatlar demircilik, silâhçılık, okçuluk, kuyumculuk vardı. Demircilik, en çok sevilen bir sanattı. Dokuz atası demirci olan bir adam kam yani şaman olurdu
“Eski Türklerde kadınlar ve çocuklar, gençler yetişkinler kadar binicidir. Kaşgarlı Mahmut, Türk”ün atı kanadıdır. demiştir.
Türkler demokrat bir milletti. Sınıf farklarından hiç hoşlanmazlardı. Son zamanlara kadar Hive Türkmenleri dünyanın en demokrat bir kavmi sayılırdı. Gaston Rişar diyor ki: Bu kavimde eşitlik en mükemmel şeklini bulmuştur. Çünkü Türklerde para ile çalıştırılan hizmetçiler yoktu, esirler ise pek azdır.
“Türkmenlerin idarelerinde de büyük bir demokratlık görülürdü. Hanların cumhurbaşkanı kadar bile hükmü ve nüfuzu yoktu. Zira onların maaşları ve ödenekleri yoktu. Hanı seçmek veya hanlıktan indirmek halk meclisinin işiydi.” (Gökalp, 301-340).
“Türkler, millet meclisi sisteminin âdeta yaratıcısı sayılır. Aşiret zenginleri, hakanlar ve ilhanlar millete ve memlekete ait kararları bir nevi millet meclisi sayılan kurultaydan geçirmekle yükümlüydü. Kurultayın karar vermediği bir mesele hakan tarafından yapılamazdı. Hakan da kurultayın bir üyesi olduğundan fikirlerini kandırıcı bir şekilde diğer üyelere kabul ettirebilirdi” (Gökalp ve Rıza Nur).
Türkler, eğlenceyi de çok severdi. Oba veya oymak beyleri sık sık şölenler düzenler, bu şölenlerde eğlenirlerdi. Bu ziyafetlerde fakirler giydirilir, varsa borçları da ödenirdi. Türkler arasında En büyük şan ve şeref cömertlikti. Er malına kıymayınca adı çıkmaz sözü atasözleri arasındaydı (Dede Korkut Kitabı, 3)
Bu şölenlerle ilgili olarak şu hususlar dikkat çekmektedir:
-Türkler asık suretli ve neşesiz bir millet değildir.
-Mal-mülk düşkünlüğü yoktur. Zenginlikten ziyade iç rahatlığını ve neşeyi ve huzuru severler.
-Misafirperver bir millettir.
-Çevrelerinde yoksul ve fakirlerin yaşamasını istemezler, onları korurlar ve yardım ederler.
-Teşkilâtçı bir millettir.
Eski Türklerde eğitim bilhassa aileye, sosyal çevreye ve yerleşmiş adetlere ve geleneklere dayanırdı. Devletin kanunları ve yasakları ayrıca önleyici birer eğitim vasıtasıydı. Türklerin kolay öğrenilir bir yazısı vardı. Orhon yazıtları, Türklerin yazıda hayli ilerlemiş bulunduklarını gösterir. Yazı ne dereceye kadar halk arasına yayılmıştı ve nasıl öğretilirdi? Ordularını sayı üzerine kuran Türkler, gençlere sayıları nasıl ve ne şekilde öğretirlerdi? Bunlar hakkında henüz aydın bilgi edinmiş değiliz. İncelemeler ilerledikçe bunlar hakkında her halde güvenli bilgiler kazanılmış olacaktır.[1]
Bunun yanında türk gencinin temiz bir ahlâk ve karaktere malik olmasına yetişkin nesil özel bir önem veriyordu.
Çocuk, ilk eğitimini aile kucağında alır. Türk ailesi çocuk eğitimine elverişli bir yuvadır. Ailede kadının rolü büyüktür. Genel olarak eski Türkler kadınlara karşı büyük saygı gösterirlerdi. Hatta türk kadını Roma kadınlarından daha fazla hak ve hürriyetlere malikti. Katına saldıran bir kimse idam cezasına çarptırılırdı. Genç bir kıza sataşan erkek, kızla evlenmek zorunda bırakılırdı. Aksi takdirde erkek ağız ceza görürdü.
Eski Türklerde kadınlar erkeklerle eşit haklara sahipti. Erkeklerin yaptığı her işi kadında yapardı. Sözü erkek tarafından dinlenirdi. Tek eşlilik esastı.
Türk kadının eşit haklara sahip olmasının önemli sonuçları olmuştur. Örneğin;
- Hakanın emrine uyulması için fermanların/duyuruların “hakan ve hatun diyor ki…” diye başlaması gerekti. Hakan yalız başına ferman/yasa/duyuru/emir çıkaramazdı.
- Hakan yabancı elçileri de hatun ile birlikte kabul ederdi.
-Hatun, törenlerde hakanın sol tarafında otururdu.
- Harem hayatı yoktu, meclislere ve toplantılara kadınlar da erkeklerle birlikte katılırdı.
- Baba, ananın rızasını almadan kızını evlendiremezdi.
- Eski Türklerde peçe, yaşmak veya çarşaf yoktu.[2]
- Kurultaylara/siyasi işlere, şölenlere, toylara –ziyafetlere- kadınlar da iştirak ederdi (Ziya Gökalp ve Rıza Nur, kısmen kısaltılmıştır). [3]
“Türklerin Venüs”ü, temizlik, arılık ilâhı olan Ayzit”tir. Kadın ilanı olan Aysit, ancak arılığını korumuş olan kadınların loğusallığında gelir. Ayzit, ahlâk işlerinde kolektif vicdanın görünmesidir. Kolektif vicdan temiz olanlara mükâfat ve olmayanlara ceza verdiği gibi, Ayzit de aynı işleri yapıyor.
“Çocuk doğurmak eski Türklerde çok makbuldü. Çocuğu olmayan ailelerin sosyal değeri azdı.
“Kız çocukların başlıca meşguliyeti evde anasına yardım etmek, ev işlerine alışmak ve evi düzgün tutmaktı. bir kadına hayatta ve evlilik hayatında lazım olacak bütün maharetler küçük yaşta kazandırılmaya çalışılırdı.
“Erkek çocuklar çevrelerine faydalı olacak şekilde yetiştirilirdi. Çocuklar hasta olacak diye nazlı büyütülmezdi. [4] Bilakis dayanıklı olmaları için vücutları sertleştirilir ve havanın etkilerine uymaya gayret edilirdi. Korku, Türk çocuklarının bilmediği ve öğrenmediği bir duygu idi.[5] Türk genci her tehlikeye gülerek atılır, ata biner, dağlara tırmanır ve ser tabiatın kucağında türlü yun ve hareketlerle çevik ve kuvvetli olarak yetişirdi. Türk aileleri çocuklara ad koymazdı. Çocuk 15-20 yaşına kadar adsız kalırdı. Millî bir ad alabilmek için gencin mutlaka bir yararlık, bir kahramanlık göstermesi, düşmanla çarpışarak göze çarpacak bir başarı göstermesi gerekirdi.
Aşağıda Dede Korkut kitabında yer alan ad koyma ile ilgili öykü bu durumu açıklamaktadır.
Bir gün dört çocuk sokakta aşık oynuyorlardı. [6] Azgın bir boğa ahırdan dışarıya salınmıştı. Oğlanlardan üçü kaçtı. Dirse Hanın 15 yaşındaki oğlancığı kaçmadı. Ak meydanın ortasında baktı, durdu. Boğa dahi oğlana sürdü, geldi. Diledi ki oğlanı helâk ede. Oğlan yumruğuyla boğanın altına katı çaldı. Boğa geri geri gitti. Boğa oğlana sürdü geri geldi. Oğlan yine alnına şiddetle tutup çaldı. Oğlan bu suretle boğanın alnına yumduğu dayadı, sürdü, meydanın başına çıkardı. Boğa ile oğlan bir hamle çekiştiler. İkisi de öyle dengede durdu. Ne oğlan boğayı ne boğa oğlanı alt edemedi. Oğlan düşündü, dedi : Bir dama direk vururlar, ol dama dayak olur. Ben bunun alnına dayak olur dururum. Oğlan boğanın alnından yumruğunu çekti, yolundan savruldu. Boğa ise ayak üstüne duramadı, düştü, tepesinin üstüne yıkıldı. Oğlan bıçağına el vurdu. Boğanın başını kesti. Oğuz beyleri geldiler, oğlanı alkışladılar, babasını çağırdılar oğlana güzel bir ad verdiler ve adına Boğaç dediler” (Ziya Gökalp/240).




[1] Eski Türklerde mısır”da, Sümerlerde, Çinlerde vb yazının ilk kullanıldığı zamanlarda, yazının nasıl öğretildiği hakkında YAZININ VE OKUMA YAZMA ÖĞRETİMİNİN TARİHÎ GELİŞİMİ HAKKINDA BİR DENEME başlığı altında bir makale yazdım. Bu makale de bu kitap çerçevesinde yayımlanacaktır.

[2] Haremlik-selâmlık, kadınların toplumdan izole edilmesi, erkek hâkimiyeti, çarşaf, peçe, erkeğin kızını istediğine vermesi gibi uygulamalar Türklerin İslâmiyet”i kabul etmelerinden sonra başladı. Türk geleneklerinde yeri olmayan Bu gibi giysiler, sanki İslâm dininin emri gibi telâkki edilmeye ve kullanılmaya başlandı. Zira kara çarşaf da aslında Bizans rahibeleri kıyafeti olup halen Ermeni rahibelerinin kullandığı bir giysidir. İşin fena tarafı bu giysilerin Arap hayranlığı ve Araplaşma gibi algılanmasıdır. Bilhassa dinî bakımından da cahil olan halk, hoca görünümlü kimi şıhların, şeyhlerin, müritlerin, tarikat reislerinin dümen suyunda İslâmiyet”i yaşadıkları düşündürülmektedir.
[3] Giyim örneklerine ilişkin resimler olmamakla birlikte bu kitabın yazarı, kasaba ve köylerde kadınların aşık kemiklerine kadar uzanan entari/fistan giydikleri, başlarına; etrafına ve serbestçe sallanacak şekilde tutturulmuş sarı kuruş, zenginler ise kuruş büyüklüğünde küçük altın veya gümüş süslü kalpak giyerlerdi. Bellerine kalın kuşak bağlarlardı. Şehirli kadınlar yine entari giyer, başlarına şeş/yaşmak bağlardı.
[4] Müfettiş olarak köylere gittiğimde pek çok köyde pek çocuğun yalın ayak, üzerinde bir entari ile kış günü sokaklarda oynadıklarını gördüm. Elbette bu yalın giyimin çocukların sağlığına zararı vardı. Ama aileler bunu önemsemiyordu. Çoğu çocuk çeşitli hastalıklar nedeniyle hayatını kaybediyor. Şehir ortamında ise günümüzde özellikle, çocuklar gereğinden fazla gözetim, denetim ve koruyuculuk altında yetiştiriliyor. İfrat ile tefrit arasına orta yolu bulamadık anlaşılan.
[5] Korku, sevinç, gülme, tebessüm gibi duygular sonradan büyüklerin etkisiyle kazandırılır ve kazanılır. “Öcü geliyor, seni doktora götürür iğne yaptırırım vb” telkin ve sözler çocukta korku, kaçma, çekinme duygusu uyandırır.
[6]  aşığ < aşık: Topuk kemiği, ("Aşık kemiği de denir.) oyunda kullanılıp birbiri üstüne konur TDK sözlüğü. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

JAN AMOS COMENİUS (1592-1670)

JAN AMOS COMENİUS (1592-1670) Döneminin önemli düşünürlerinden biridir. Önemi ise, birçok fikrinin günümüzde bile uygulanabilir olmasıdır. Lâtince ve ilahiyat tahsil etmiş. Eğitimdeki aksaklıkları görmüş ve düzeltmek istemiştir. Birçok ülke ve şehir dolaşmış, birçok okulda öğretmenlik ve hayatının son döneminde papazlık yapmıştır. Bacon, Ratka ve Vives”in etkisinde kalmıştır. İngiltere”, İngiliz okullarını ıslah etmek üzere davet edilmiş, burada bütün bilimleri bir araya toplayacak bir ansiklopedi (pansofi) yazmak istemişse de başarılı olamamıştır. “Comenius, muhtelif işlerde çalışmış ve muhtelif problemler üzerinde kafa yormuştu. İlk önce papaz sıfatıyla mezheplerin ortadan kaldırılmasına gayret etmişti. Mezhep savaşları ile Avrupa”nın tam bir sefalete ve fakirliğe düştüğünü gören Comenius, bu işin çok önemli olduğuna kanaat getirmişti. Fakat sakin bir hayat yaşayamadığı ikide birde göç etmek zorunda kaldığı için bu idealini gerçekleştirmeye muvaffak olamamıştı.  Bereket ...

MONTAİGNE"nın eğitime ilişkin görüşü.

MİCHEL MONTAİGNE  1533-1592 Fransız edibi ve Rönesans filozofu. Görüşlerini dilimize de çevrilen Denemeler (Essais) adlı eserinde toplamıştır. Denemeler isimli bu eser dilimize çevrilmiştir. “Denemeler isimli eserinde hayata yakın ve çocuğun tabiatına uygun bir eğitim tarzını savunmuş, devrinin Latin okuluna ve bu okulda uygulanan korkunç ezberciliğe, ölü bilgilere ve otoriteye dayanan sert ve katı eğitim anlayışına karşı çıkmıştır. [1] “Bunun yerine serbest şekilde karşılıklı konuşmayı öğretim metodu olarak tavsiye etmiştir. Buna rağmen o da eski dillerin öğretilmesinden vaz geçmemiş, yalnız canlı mükâleme alıştırmalarıyla basitleştirmelerini ve kolaylaştırmalarını istemiştir. [2] Beden eğitiminin eğitsel değerini bilhassa belirtmiştir. Aile ocağını çocukların eğitimi için elverişli bulmamakta, hakiki terbiyenin eğiticilerle çocukların bir arada bulunmaları sayesinde mümkün olabileceğini ileri sürmüştür” (R.G. Arkın, s.318). “Eserinin yirmi beşince bölümünde, köksüz ve ...

Medeniyeti oluşturan unsurlar

Medeniyeti oluşturan unsurlar Bugün ulaştığımız medeniyet seviyesine ulaşmamız en başından itibaren 70-80 bin yıllık insanlık macerasının eseridir. Medeniyetin oluşturulmasında insanın iç ve dış dünyası olmak üzere iki ana unsurdan söz edebiliriz: İç dünya unsurları: zekâ/akıl ve içgüdüler Bu maceranın en başında konuşma anlamında dilin oluşmuş olması gelir. Tabiîdir ki dilin oluşması için insanın doğuştan getirdiği aklını/zekâsını kullanabilmesi gerekir. [1] İnsan ve diğer canlılar doğarken zekâ ile birlikte içgüdülerle ve reflekslerle de donatılmıştır. Refleksler, bir canlının hayatını devam ettirebilmek için kullandığı bilinçdışı davranışlardır. Canlının kendini koruması yönünde etkinliği vardır. Başka bir söyleyişle canlıyı tehlikeye karşı koruyan bilinç dışı etkinliklerdir. Bunlar öğrenilmez ve hatta eğitilemez. İçgüdüler de doğuşla gelir ve kişiyi amaçlı ve bilinçli etkinliklere yöneltir. İçgüdülerin en temel özelliği insanlarda ve bazı hayvan türlerinde eğitileb...