SOSYOLOJİ FELSEFESİ
İNSAN SOSYALLEŞMİŞ FELSEFÎ VARLIKTIR 2
Buraya kadar bütün
çalışmalarım “Yetiştirilmek isten istenen insanın nasıl olması gerekir?”
sorusunu cevaplandırmak için “İnsan doğaya nasıl geliyor?” sorusuna cevap
vermek gerekir.
Biraz bilgim vardı
–yazacağım-, biraz da araştırma yaptım, pek çok cevap vardı bu soruya: Mimi
ruh, kimi beden, kimi eşref-i mahlûk, kimi hem ruh hem beden, kimi akıl, kimi
bilmem ne herkes bir şey söylemiş. Pedagoji felsefesi açısından baktığımda
bunların hiç biri insanı tanımlamaya yetmiyordu. Belki en iyi tanımı Sokrat
yapmıştı. Ne demiş Sokrat, “İnsan iki ayaklı tüysüz hayvandır.” E, o halde
Eflatun öğrencisi de gitmiş bir horoz bulmuş, tüylerini yolmuş, masanın üstüne
koyup, “İşte hocamın insanı.” demiş.
Din açısından bakanlar hep
“İnsan eşref-i mahlûktur.” diye tanımlamışlar. O da Sokrat”ın ki gibi yanlış.
Eşref-i mahlûk, şerefli yaratılan olsaydı insan; daha önce anlattığım çocuklara
tecavüz, adam öldürme, kadına şiddet, tabiatı tahrif, hırsızlık, rüşvet, faiz,
kitle hâlinde adam öldürme gibi şerefsizlikleri yapar mıydı? Bunların çoğunu
hayvanlar yapmaz: Örneğin kendi cinsini öldürmez, kendi cinsi dışındaki bir
hayvanla çiftleşmez, kendi cinslerinin yavrularına tecavüz etmez.
E birisi de kalkmış, “İnsan
düşünen hayvandır.” demiş. Gerçekten düşünen bir hayvan olsaydı, eşref-i
mahlûkatın yaptıklarını yapar mıydı? Esasen bizzat hayvanların da kendilerine
göre, kendi çaplarında düşünceleri ve zekâları var. Demek ki insan, düşünen bir
hayvan da değil.
Burada Allah, insan şerefli
mahlûk, ya da mahlûkların en şereflisi olmalıdır, şerefli bir şekilde
yaşamalıdır diye “insan” olma özelliğini belirtmiştir.
İnsanın düşünen bir hayvan
olması için o hayvanı önce düşündürmek gerekir.
İnsanı şerefli bir yaratık ya
da hayvan haline getirmek ya da hayvanı düşünür hale getirmek de pedagojinin
temel konusudur.
Meseleye bu açıdan bakacağız.
O HALDE İNSAN NEDİR? NASIL BİR
ŞEYDİR? BİZ NASILIZ?
Doğada canlı olarak insan,
hayvan ve bitki olmak üzere üç grup varlık vardır. Bunlardan gezip dolaşarak
hareket eden ise yalnız insanlar ve hayvanlardır.
Önce gezip dolaşan canlıları
yani insanları ve hayvanların temel benzerliklerin inceleyelim.
İnsan ve hayvan doğaya nasıl geliyor?
Bir kurt, koyun, fil, tilki,
kedi, köpek yavrusu dünyaya hangi donanımlarla geliyorsa, “anne rahminde” cenin
denen ve doğduktan sonra “bebek” dediğimiz insan yavrusu da aynı şekilde ve
aynı donanımlarla dünyaya gelir. Bu anda insan ile hayvan yavrusunu ayıran tek
özellik görünüşteki biyolojik yapısıdır.
Doğuştan gelen temel
donanımlar
İnsan yavrusu da hayvan
yavrusu da doğuştan refleks, içgüdü ve zekâ dediğimiz genel bir yetenekle
doğar.
1. Refleksler: Refleksler
doğuştan var olan ve canlıyı faaliyete sürükleyen, eğitimle veya başka yollarla
engellenemeyen canlının korunmasını sağlayan doğal hareketleridir. Omirilik
tarafından yönetilir, beyinle bir ilgisi yoktur. İç organların çalışması,
gözleri kırpmak, ani uyarıcılar karşısında irkilmek ve kaçmak gibi. Refleksler
koruyucudur, zira vücuda bir kıymık girdiğinde vücut bunu dışarı atar, göze bir
toz kaçtığında göz sulanır ve bunu dışarı atmaya çalışır. Vücut, kendinden
başka bir şeyin kendine girmesini istemez. [1]
Küçük kesik ve yaralanma gibi durumlarda vücut kendini onarmaya çalışır,
başaramazsa tıbbî müdahale yapılır, aksi takdirde hayatını kaybeder. Refleks
bakımından insan ile hayvan arasında bir fark yoktur.
2. İçgüdüler: Açlığı giderme,
susuzluğu giderme, türeme isteği olmak üzere bu temel içgüdü aynı zamanda
topluca “yaşama içgüdüsü” olarak da adlandırılabilir. Türeme içgüdüsü her iki
cinste de vücudun muayyen bir olgunluğa ulaşması ile ilgili iken açlığı ve susuzluğu
giderme hemen doğum saati içinde faaliyete geçer. Bu üç temel içgüdüye “canlıyı
doğal olarak harekete geçiren temel etmenler” de diyebiliriz. İç güdülerin temel özelliği eğitilebilir olmasıdır.
Eğitimin/pedagojinin iki
görevinden birisi bu içgüdüleri eğitmek, ikinci görevi ise zekânın özel
yeteneklerini eğitmektir.
3. Doğuşla getirilen bir temel
yetenek, genel bir zekâ ve bu zekâ birlikte bir takım özel yeteneklerdir. [2]
Bunların bazılarına temas edelim.
Hayvanların da anladığımız
manada bir konuşması olmasa da kendi aralarında her türün farklı seslemeye
dayalı bir iletişimi vardır ve onlar da tıpkı insanlar gibi bu sesli iletişimi
annelerinden öğrenirler.
Belgesellerden öğreniyoruz ve daha
önce yapılmış olan deneylerden de biliyoruz ki örneğin Duygusal yetenekleri
var, gülemiyorlar ama üzüntülerini göz yaşları dökerek anlatıyorlar.
Sadıktırlar. Bir filin, çamura saplanan yavrusunu hortumu ile değişik açılardan
hortumuyla yakalayıp –sınamalarla- kurtardığını hayretle izlemiştim. Aslanların
organize olarak çok büyük cüsseli hayvanlara saldırdıkları da belgesellerde yer
alıyor. Maymunlar 3 yaşlarındaki çocukların zekâları düzeyinde bazı problemleri
–akıl yürütme, sınama ve yanılma, deneme
gibi yollarla- çözebiliyorlar. Kısaca onların kendilerine yetecek kadar
zekâları olduğu görülmektedir. Onlar hayatlarını insanlara göre az da olsa
zekâları ve kuvvetli içgüdüleri ve duyu organları ile devam ettirmektedir.
Hayvan yavruları başlangıçta
insan yavrusuna göre çok üstün durumdadır. Pek çok hayvan yavrusu doğumundan
birkaç saat sonra ayağa kalkar, yürür, annesinin memesini arar ve bulur. Kısa
bir zaman sonra, bir süre annesine muhtaç olsa da kendi yiyeceğini kendisi
yemeye ve içmeye başlar. Annesini hemen taklit ederek ses çıkarmaya başlar. Bir
çok şeyi kısa zamanda taklit ve içgüdüleri ile öğrenirler ve yaparlar.
Tehlikeyi sezerler. Kısa bir süre sonra da annelerinden bağımsız hareket etmeye
ve çiftleşmeye başlarlar.
İnsan yavrusu öyle mi ya? İnsan
yavrusu hayvan yavrusuna göre başlangıçta yaştaşı hayvanlardan çok
gerilerdedir. Anne, memesini vermezse arayıp bulamaz.
Yürümesi söz konusu bile değildir. Acıktığını ancak ağlayarak anlatır.
Eskiler, insanı tanımlarken
hep “insandan hayvana doğru” bir yaklaşım olmuştur. Yani insan yavrusu –ilk
günleri için- hayvandan yani bir kedi bebeğinden, köpek bebeğinden, aslan
bebeğinden farksız bir hayvandır.
Bir de şöyle bakalım: Her
hayvan bebeği yani köpek bebeği, kedi bebeği ve aslan bebeği bir insandır.
İşte yetişkinler, anneler,
babalar; aciz, kendini koruyamayan,
yeme-içme ihtiyacını ancak ağlayarak anlatabilen hayvandan daha aciz olan bu
insan taslağını, gelecekte yaratıkların en şereflisi, var olduğunu anlaması
için düşünen, hayal kurabilen, geleceğini hesaplayan “insan” hâline getirmeye
çalışır.
O hâlde eğitimin amaca; annenin
insan-hayvan olarak kucağına aldığı yavrusunun içgüdülerini yüksek duygu,
ülkülerle ve ahlâkla; zekâsını/bilincini ise felsefesi, bilim ve din ile donatarak
onu hem var olması için düşünen ve hem de bütün varlıkların içinde en şerefli
insan yapmaktır.
Ve bu anlamda insan,
sosyalleşmiş felsefî bir varlıktır.
Bu çalışmamın temel felsefesini “Her anne,
baba, öğretmen pedagog olmalıdır.” sözünü bunun için söyledim.
[1] Ancak, karaciğer ve
böbrek nakillerinde de vücut başka birine ait fakat kendine benzer olsa ve
hatta laboratuar tahlilleri ile uyumlu olduğu saptansa bile gerekli tıbbî
önlemler alınmadıkça vücut bunu ret eder. Bunun için retti önleyici ilâç
kullanılır.
Yorumlar
Yorum Gönder